Bu can sıkıcı iftira kampanyalarına çoktan bir son vermek gerekirken, tersine kampanyalar alıp başını gitti. Türkiye’yi soykırım suçlusu ilan etmek, ülkemizin “dost ve müttefik”lerinin alışkanlığı haline geldi. Aynı ülkenin meclisi bir kez karar almakla doymuyor, birden çok kez karar alıyor. Meclisinin karar almasıyla da tatmin olmuyor, belediye meclislerine bu yönde kararlar aldırıyor. Bu arsız sürece çoktan bir son vermiş olmamız gerekirken, aksine, aynı oyun sürüp gidiyor.
Neden?
“Millet duyarsız kardeşim!” diyerek, sorumluluğu en olmadık omuzlara atmak iş değil. “Millet”, kurum ve kurallar yaratmış. Sorumluluk, milletin egemenlik hak ve yetkisini kullanan bu kurumların koltuklarını işgal edenlerin omuzlarında. Doğru olan, sorunu o omuzlara yüklemek ve hesabı onlardan sormaktır.
Soruna verilen ad, hastalığın tanısı (teşhisi) demektir. Tanı temeldir, çünkü tedavi ya da çözüm ona göredir.
Türkiye’ye karşı nefret suçu işleyen dost ve müttefik ülkeler hastalığa Soykırım Sorunu adını vermişler. Tedavileri, soykırım suçu işlendiğinin kabul edilmesi ve bunu Türkiye’ye kabul ettirmekle başlıyor. Cezasız suç olmaz; elbette yaptırım içeren bir dizi ‘tedbir’ isteyecekler. Öyle ya, hakkı yenenlere hakkı verilmeli, etnik topluluklar egemenliğe ortak olmalı. ‘Tedbirler’ sır değil. Bunun ne anlama geldiği, yırtılıp atılmış Sevr hükümlerinde mevcut.
Ya biz, bu konuya biz ne ad verdik?
Şimdiye dek iki ad verildiğini duyduk: Biri ‘Sözde Soykırım’, öbürü ‘Türk-Ermeni Uyuşmazlığı’.
Uzun yıllar boyunca karşı tarafın sözü, başına ‘sözde’ sözcüğü eklenip yinelendi. Yani “o değil” dendi, ama ne olduğu söylenmedi. Tanıyı sil baştan kendin koymayınca, sorunların hallini sağlayacak doğurgan politika da geliştiremiyorsun. Öyle de oldu.
AKP iktidarlarıyla birlikte sorunun adı “Türk – Ermeni Uyuşmazlığı”na dönüştürüldü. Hafif mesele! Uyuşmazlık dediğin diyalogla çözülür. Nitekim bazı Avrupa devletleri kendi ülke sınırları içinde ‘soykırım yoktur’ diyene ceza keserken, Türkiye ‘soykırım vardır, yüzleş!’ diyenlere yalnızca üniversite kürsülerini değil, vekillik kontenjanlarıyla caddelerini de açtı. Düveli muazzama başkanlarının gözetiminde Ermenistan – Türkiye protokolleri imzalandı. Ne yani, seksen milyonluk Türkiye 3,5 milyonluk Ermenistan’dan mı korkacak! Ortak komisyonlar kuralım, bakalım belgeler ne imiş! gibi sözler gevelendi. Gerekirse özür de dileriz!
Bu arada ‘resmi yetkili’ olmayanlar, neredeyse canhıraş biçimde çalıştılar. Yani söylenenin aksine“millet duyarlı”! Makamların ayak sürümelerine karşın yerli-yabancı devlet arşivlerine girdiler, belgeleri gün ışığına çıkardılar. Perinçek Davası Avrupa’ya düşünce özgürlüğünü anlattı. Talat Paşa ve Berlin komiteleri ‘resmi sessizliği’ kırıp attı.
Gösterdiler ki, bu konu bir İftira Sorunu’dur.
Müfteriler için mesele, düpedüz “Türk ve Türkiye Sorunu”dur. Güttükleri amaç onur – gurur kırmak değil, ülkenin ve ulusun kendisini ortadan kaldırmaktır. İftiranın sahibi ise, Ermenistan devleti ya da diasporasından daha çok, AB’sinden ABD’sine dost ve müttefik diye bilinen ülkelerin, emperyalist siyasetin ta kendisidir.
Hem konu hem fail bakımından doğru tanı budur.
İftira dağdan taştan ağırdır, denir. Üstelik bu, sıradan değil, ulusun varlığını hedeflemiş bir siyasal karaçalmadır. Konuyu ‘uzlaşmazlık’ diye tanımlayanların yaptığı gibi bu yükle yol almaya gayret etmek, meseleyi tırnak kadar anlamamak demektir. Türkiye bu yükle yol alamaz. Kendisine yöneltilmiş tehdidi daha fazla görmezden gelemez.
Sorunun adını doğru koymalı, yaşadığımız iç kuşatmayı yarmalı, adımları çoktan belli hale gelmiş olan İftirayla Mücadele Politikası’nın uygulanmasını sağlamalıyız.
BAG, Aydınlık Gazetesi