1970’li yılların “kült” polisiye dizilerinden Komiser Colombo’nun bir bölümünde, çözümü neredeyse olanaksız bir cinayet öyküsü anlatılır. Zaten benim aklımda da cinayetin nasıl işlendiği kaldı, Kolombo’nun “zorlama” çözümü değil.
Adını anımsamadığım öykü özetle şöyleydi: Çok lüks bir villada doberman köpekleriyle yaşayan zengin bir adam ortağını (Charles diyelim) uzun süredir öldürmeyi düşünmektedir. Gecikmesinin nedeni de, elindeki dobermanların yeterince eğitilip eğitilmediğinden emin olmaktır. Normalde çok uslu ve uysal köpekler olarak evin içinde dolaşan üç beyaz doberman, bir kelimeyi duyduklarında alabildiğinde vahşileşmekte ve önlerine ne gelirse parçalamaktadırlar.
Planını uzun süreye yayan katil, Orson Welles’in “Yurttaş Kane” filminin son sahnesinde, kızağın arkasında yazan “rosebud” kelimesini duyunca saldırganlaşmalarını öğretir. Birkaç da deneme yapar cansız nesneler üzerinde. Köpekler “rosebud” kelimesini duyar duymaz müthiş vahşileşmekte ve önlerine çıkan her şeyi parçalamaya başlamaktadır.
Bir süre sonra öldürmeyi planladığı arkadaşını evine davet eden katil, kendisine gelen bir telefon nedeniyle çıkmak zorunda olduğunu ve hemen döneceğini, köpeklerin kendisine arkadaşlık edeceğini söyleyerek çıkar, gider.
Yarım saat kadar sonra kurbanın bulunduğu salondaki telefon çalar. Arayan katildir. “Ya Çarli,” diye başlar. “Burada bir tartışmaya takıldım kaldım. Şu Orson Welles’in Yurttaş Kane filminin son sahnesinde, kızağın arkasında ne yazıyordu? Bir türlü aklıma gelmiyor…”
Arkadaşı hiç tereddüt etmeden, “rosebud” der.
Ve köpekler Charles’ı parçalar…
Filmin en önemli kısmı da buydu. Kolombo’nun müthiş zekası, olayları iyi görmesi, aptal görünüşünün insanları tedirgin etmesi filan hep “arka plan” dekordan öteye geçmez.
Bu film neden aklıma geldi?
Uzun zamandır ülke zaten bir barut fıçısı üzerinde oturuyor gibiydi. Buna 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye müdahalesi, her gün onlarca can alan terör saldırıları, hiç kimsenin bulunduğu yerde güvende olmadığı korkusu, iç savaş tehlikesinin Demokles’in Kılıcı gibi tepemizde sallanması, bireysel şiddet, çocuklara tecavüz gibi olaylar da eklenince artık gerginlikler en “uysal” masalara, kapılara, sokaklara da yansıdı ve herkes birer “doberman” vahşetine adım atmak için bahane bekler oldu.
“DOBERMAN ETKİSİ”
Ama bizim masalarımızda, sokaklarımızda, AVM’lerimizde, kahvelerimizde dolaşan sözcükler öyle “rosebud” gibi basit de değil. Her gün yenileri eklenerek neredeyse geometrik ortalama hızıyla artan bir kelimeler güruhu. İnsanların birbirini sinirlendirmek için öyle “kelime neydi ya-hu” diye düşünmek gibi bir sorunları yok. Örneğin, bir arkadaş sofrasında otururken birinin euro veya dolar demesi, bir diğerinin Erdoğan, ötekinin AKP veya MHP veya CHP demesi, kiminin PKK, ötekinin Apo gibi cümleler sarf etmesi bir anda karşı tarafta “doberman etkisi”yaratabiliyor. Elbette bizdeki vahşet “doberman” vahşeti gibi olmuyor, ama inanın bu şimdilik. Öyle bir akıntıya kapılmış gidiyoruz ki, bir süre sonra değme dobermanlardan daha vahşi olacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.
İşte zaten benim de üzerine parmak basmak istediğim ve kendimce adlandırdığım “doberman etkisi” tam da bu. Tıp veya başka bir literatürde böyle bir adlandırma yok bildiğiniz gibi. Ama adı ne olursa olsun, üzerimize doğru hızla yuvarlanan çığ, yukarıda anlatılan doberman vahşetinden çok ama çok daha vahşi olacak.
Mümtaz İdil
Odatv.com