Hüseyin Aygün / Birgün
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) nihayet beklenen adımı attı ve 23 Eylül 2016 günü Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) Olağanüstü Hâl Kanun Hükmünde Kararnamelerinin bir kısmının iptali için dava açtı. İlk kararnamenin TBMM’de görüşülmekte olması nedeniyle iptal başvurusuna konu olmadığı başvuru, 100 bin kişinin savunma dahi alınmadan işinden, ekmeğinden, sosyal çevresinden olduğu Türkiye kamuoyunda doğal olarak büyük bir ilgi ve destek buldu.
Sıradan okuyucunun anlayacağı şekilde, olağanüstü hal, ivedi bir durum, büyük bir kriz, olağanüstü bir gelişme demektir. İvedi hal, bir ayaklanma, şiddetli ekonomik kriz, siyasal terör ve şiddet hareketi, sel, yangın, deprem vb. olabilir. Bu durumda genellikle hukuk düzenine yönelik bir tehdit de söz konusudur. Bu durumlarda hükümetler, krizi bertaraf etmek için, hızlı, kesin ama geçici tedbirler alır. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) bu yetkilerden bir tanesidir. KHK ile hükümetler, olağanüstü durumu ortadan kaldırmak için tedbirler alma yetkisini kullanırlar. Hızla ve kolayca düzenleme yapılması KHK ile mümkün olur.
Demokratik bir devlette, KHK ile alınan yetkinin kötüye ve keyfi kullanılması söz konusu değildir. Zira bu devlette, güçler ayrılığı vardır, yürütmenin yasama ve özellikle bağımsız yargı tarafından denetlenmesi, dördüncü güç olarak görülen sivil toplumun ve basının kontrol ve eleştirisi söz konusudur. Oysa diktatörlük olarak nitelenen bir devlette, örneğin AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde bu yetkinin kötüye kullanılması için her şey hazırdır: KHK’ler yasa çıkaran organa gelmediği için yasama denetimi, 3 bin hâkim ve Cumhuriyet savcısı meslekten ihraç edilip, 2 binden fazlası hapishanelere doldurulduğu için de yargı denetimi havaya uçmuştur. Sivil toplum susturulduğundan, mesela geçen gün laiklik isteyenler üzerinde azgın bir polis şiddeti estirildiğinden, güvenlik aygıtları malum kişinin keyfine göre işlem yaptığından, medya zaten önemli oranda satın alındığından ve korkutulduğundan, “dördüncü güç denetimi” devre dışıdır.
Olağanüstü halde, bireyin hukuk güvenliğine sahip olması gerekir. Bunun tek yolu yasallık ilkesinin hayata geçmesidir. Bazı ülkelerde OHAL yürürlükte kaldığı sürece, parlamento toplantı halinde kalmaktadır. Olağanüstü hal boyunca çıkarılan yasaların, düzenleyici işlemlerinin ve KHK’lerin yargı denetiminde olması, özellikle yürütme organının (hükümet) istisnai yetkilerini kötüye kullanmasını engeller. Dünyada bazı yerlerde, OHAL’in ilânı aşamasında yargı organına rol veren örnekler vardır. Örneğin, Fransa’da OHAL ilân edilmeden evvel Cumhurbaşkanının Anayasa Konseyi’ne başvurma zorunluluğu vardır. Olağanüstü hal süreyle sınırlı olmalıdır. Roma döneminde dahi, diktatörün olağanüstü yetkilerini kullanmasına sadece 6 ay izin verilmekteydi. Oysa AKP Türkiye’sinde, OHAL ilân edilmeden evvel, de facto istisnai önlemlerin alınması zaten söz konusuydu. Mesela, doğu ve güneydoğuda 2015 yaz ve sonbahar ayları boyunca, 120 güne uzanan sokağa çıkma yasakları uygulanmıştı. Sokağa çıkma yasağı sadece OHAL Kanunu’nda dayanağı olan bir tedbir olduğu halde, AKP Hükümeti bu yetkiyi OHAL ilân etmeden 2015 yılı boyunca kullanmıştır.
Olağanüstü halin geçici olması, bunun toplumda veya hukuk düzeninde özlü ve kalıcı bir değişiklik yapmaması anlamına gelir. OHAL’in uygulama süresi bittikten sonra ise (Türkiye’de 20 Ekim 2016 günü) tüm etki ve sonuçlarının kesin biçimde son bulması anlamına gelir. Oysa AKP Türkiye’sinde 100 bin kamu görevlisi “ömür boyu” mesleğinden atılmış, hatta bunların bir kısmı “gizli soruşturma dosyaları” ile hapishanelere doldurulmuş ve “ceza tehdidi” altına alınmıştır.
Üstelik Türkiye’de AKP hükümeti, Anayasa’nın 15. maddesindeki “dokunulmaz haklar”ı da bertaraf etmiştir. Tutuklanan ve “FETÖ’cu” olduğu ileri sürülen herkesin maaş kartı, banka hesabı, menkul ve gayrımenkul malları, üçüncü kişilerdeki alacakları, kredi kartları, borç hesapları dahi dondurularak, sadece tutuklu değil, tüm aile yakınları sefalet ve açlığa mahkum edilmiş, Anayasa’daki “bireyin maddi ve manevi varlığının bütününe dokunma yasağı” ve “suç ve cezaların şahsiliği” prensibi yok edilmiştir. “Darbeci” olduğu söylenen bazı askerlere coplu tecavüz vakaları, bu kişilerin medyaya servis edilen el, bacak, yüz bölgelerinde ağır darp izleri görünen fotoğraflarından da anlaşıldığı gibi “savaş halinde dahi dokunulmayan” bir hak olan “işkence yasağı” açıkça çiğnenmiş, birkaç yıl evvel Bank Asya’da hesap açan veya tam yirmi yıl evvel Fetullah’ın dershanesine gittiği için tutuklanan sayısız insan veya kapatılan dershane, okul, TV ve radyo örneklerindeki gibi, “ceza yasalarının geçmişe yürütülemezliği” ilkesi de yerle bir olmuş durumdadır.
Bu nedenle Anayasa’ya apaçık aykırı bu uygulamalara olanak sağlayan ve Tayyip Erdoğan’ın “Allah’ın bir lütfu” dediği darbe ve ardından ilân edilen Olağanüstü Hâl KHK’lerinin, CHP’nin yerinde başvurusu ile Anayasa Mahkemesi’nde (AYM) tartışılması ve sonuçta iptal edilmesi zorunludur. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin 10 Ocak 1991 tarih ve 1991/1 sayılı kararı da bu yöndedir. Tabii, 2 üyesini “FETÖ silahlı terör örgütü üyesi” olarak bizzat kendisi ilân etmiş, bir savunma bile almaya tenezzül etmeksizin süratle mesleklerinden ihraç etmiş Anayasa Mahkemesi’nde, “Anayasa” adına bir kaygı ve duyarlılık kırıntısı kalmışsa.