Sevgili dostlar; yazılarının tiryakisi olduğum Yılmaz Özdil, geçenlerde “ZAGOR” başlığı altında bir yazı yazdı. (29 Eylül)
-“YAŞŞAAA !..” dedim, Bakın şimdi, Amerikan emperyalizminin Kültür Komandolarını bakın nasıl ‘Tİ’ye alacak! Baltalı ilah Zagor yerine kimi oturtup da hallaç pamuğu gibi atacak !..
Amma…
Umduğum gibi çıkmadı…
Yılmaz kardeşimiz, “Zagor” başlıklı yazısında bizlere, 3 dönem İstanbul Baro Başkanlığı’nı örnek bir dürüstlükle, büyük bir başarıyla tamamlayacak olan
Avukat Ümit Kocasakal’dan söz ediyordu.
Ümit Kocasakal, engin hukuk bilgisiyle, Atatürk Devrimlerini ve ilkelerini, “laik” Türkiye Cumhuriyeti’ni, en etkin en ateşli bir heyecanla savunan, konuşmalarını, dik duruşunu ayakta alkışladığım bir “çağdaş Kuva-i Milliyeci”mizdi.
Benim; Türk toplumunda, her alanda görmek istediğim insancı KARAOĞLAN’lardan biriydi.
Yılmaz Özdil’in anlatımıyla diyordu ki:
“Çocukluğumu hep muhafaza ettim. Türkiye’de en iddialı çizgi-roman koleksiyonuna sahibim.”
(Bunu bildiğim için, benim Karaoğlan ciltlerinden ve “Yakın Tarihimize Damgasını Vuranlar” dizisinden bir takımı kendisine kargo ile göndermiştim.) Ve, sevgili çizgi-roman kahramanlarını sıralamaya başlıyordu:
“Tex, Mister NO, Tom Miks, Teksas, Kaptan Swing, Zagor.. .Asıl Zagor’cuyum… “Baltalı İlah”
Burada, Zagor adını duyunca, birden, eşşekten düşmüşe dönüyorum.. (Hiç başıma gelmedi ama, sözün gelişi.)
Ben ki… Resimli-romancılığım boyunca hep bu “Fumetti” İtalyan imalâtı resimli-romanlara karşı savaş açmış bir “Lonesome cowboy”um.) Bizde, “Red Kit” diye bilinen Lucky Luke’ün lakabı, “Yalnız Kovboy” demek) bir kimseyim.
Resimlerle, insanları “çocuk” yanlarından yakalayıp, Türkçü, milliyetçi, insancı, halkçı ve solcu konularla ergin kitlelere eğitici, öğretici, eserler vermeyi ilke edinmiş bir yazar-çizerim.
Anlatacağım daha çok şeyler var, diyerek, çok sevdiğim filmciliği ihmâl etmiş bir kimseyim.
Halk için çırpınan yanını, hak ve hukuk yolundaki milliyetçi duruşunu çok beğendiğim Ümit Kocasakal’ın bu Baltalı ilah Zagor hayranlığı beni “hasta” etti.
“TİTRE VE KENDİNE GEL ! “
Önce, daha başkalarına yaptığım gibi, Kocasakal’ın bu azizliğine de gülüp geçeyim dedim. Ama olmuyor… Uyku tutmuyor… Karaoğlan için “söz hakkı” istemem gerek. Hakkımdır, diyorum.
Sonunda; “Suat Yalaz! Titre ve kendine gel!” dedim.
Senin ülkende çok sevilen, sözü dinlenilen milliyetçi bir hukuk adamı, “fumetti” kahramanlarını övüyor. KARAOĞLAN’dan hiç söz etmiyor. Uğruna bir ömür tükettiğin, nice Bâdireler atlattığın, adına pullar basılmış eserini savunmayacak mısın? Sesini şimdi çıkarmayıp ne zaman çıkaracaksın? Ayrıca, umudumuz, değerli evlâdımız Kocasakal’ı, “muhaza ettiği bu çocukluktan” kurtarmamak sana yakışır mı? Dedim ve geçtim klavyenin başına…
Okuyucularımın aflarına sığınarak, zekâ ve kültürlerine güvenerek diyorum ki:
Karaoğlan maceraları dünyada bir eşi benzeri olmayan,
Dolayısıyla… rakibi de olmayan bir resimli-roman eseridir.
Daha iyisini, ancak Nazım Hikmet yapabilirdi, eğer yaşasaydı ve isteseydi…
(Bu sözlerimin ne kadarı megalomani, ne kadarı doğru, bunu herkes kendi kantarında tartmakta serbesttir, elbette.)
Karaoğlan neden benzersiz ve rakipsizdir?
Çünkü:
*Cumhuriyet tarihimizde, T.C. Devlet pulları üstüne, Cemal Nadir’in AMCABEY’i, Turhan Selçuk’un ABDÜLCAMBAZ’ından sonra resmi basılan tek çizgi kahramanıdır. (Daha sonra, Fransızlar, Tenten’li ve Roman Kahramanları resimli “posta zarfları” yaptılar.
(Bizden yürütmüş olabilirler mi?)
*Yazar ve çizeri tarafından 9 kez filme alınmış, dünyada tek çizgi-romandır. (Bir de korsanı çekildi, eder 9)
*Karaoğlan kendisini beyaz perdede canlandıran oyuncuyu, ilk filmiyle, gökten zembille indirir gibi Yeşilçam starlarının arasına yerleştirmiş tek çizgi-roman kahramanıdır.
*1974 yılındaki “Kıbrıs Barış Harekâtı”nı, Amerika’ya karşı, büyük bir başarıyla sonuçlandıran Kıbrıs’ı kurtaran Başbakan Bülent Ecevit, bu, dünyayı şaşırtan askerî başarısından sonra, “Kıbrıs Fatihi KARAOĞLAN” diye anılmıştır. Ondan başka hiçbir politikacıya bir çizgi-roman kahramanının adı verilmemiştir… (Ve bülent Ecevit, yakıştırmayı çok sevmiş, siyasal yaşamının başarılı olduğu sürece, ben onu, “Karaoğlan’ın babası” olarak, ”evlatlıktan” reddedinceye kadar, tepe tepe bu onur verici lakabı tepe tepe kullanmıştır. Kısmet olursa, o olayı da bir gün anlatırız, inşallah.)
(Resmi var. “KARAOĞLAN’a KARAOĞLAN armağan edildi.” Milliyet);
*Ülkenin en saygın günlük siyasî gazetesi tarafından (Abdi İpekçi’nin Milliyet’i) İnsanoğlunun aya ayak bastığı gün “Bu akşam iniyorlar” manşeti, Uzay gemisi Luna’nın fotoğrafı ve “Bize yazacaklar” diye 3 astronotun resmiyle birlikte 2’nci önemli olay olarak “KARAOĞLAN Milliyet’te” anonsu verilmiş başka bir olay bilen var mı?
*Ülkenin en çok satan gazetesinin (Hürriyet) en çok okunan yazarı (Ertuğrul Özkök), “KARAOĞLAN lise yıllarımda beni çok etkilemiştir. O, ‘kafatasçı’ olmayan milliyetçi bir kahramandır. Teşekkürler Suat Yalaz” diye uzun bir yazı yazmıştır.
*KARAOĞLAN’ın maceraları, 4 kıt’ada 4 dilde (Türkçe, Fransızca, İngilizce, Arapça) 7 yıl, -stok bitene kadar- yayınlanmıştır.
Barış Manço, Milliyet’te “Bir Yudum Su İçin” macerası yayımlanırken “HEY” müzik dergisinde, Doğan Şener’in odasında iken İçeri girmiş, “Sizin çizdiklerinizi çök beğeniyorum” demişti. Beğeniyordu, çünkü aynı işi yapıyorduk; o halk folkloründen pop müzik yapıyordu, ben Türk tarihini zamanımızın san’atı resimli-romanla bugünlere taşıyordum… Onun gitarıyla yaptığını ben çizgiyle yapıyordum.
Dünya üniversitelerinde kürsüsü olan ünlü jeoloğumuz Profesör Celal Şengör, Murat Bardakçı’nın “Tarihin Arka Odasu” programında, “Beni Orta Asya tutkunu yapan KARAOĞLAN’ın Altay Dağları eteklerinde, Gobi çöllerinde geçen maceralarıdır. Bir programda Suat Yalaz’la bizi buluştur da, ekran önünde üstadın elini öperek ona teşekkür etmek istiyorum.” demişti. (Kısmet olmadı, buluşma gerçekleşemedi. Ben, buradan sevgili Hoca’mıza teşekkür ediyorum.)
ZEKİ MÜREN öldüğünde, tüm Türkiye kara yaslara büründüğünde, Yandım ALİ’nin “KUT ZAFERİ” (Kut El Amare’yi) çiziyordum. Aşırı yemekten, afrodiziak aşırı besleyici gıdalar almaktan hasta olan bu çok değerli ses sanatçısına çok kızdığım için, o günkü romanıma, Filistin çöllerinde yakaladığı bir asker kaçağının Yandım ALİ’ye isyanını çizmiştim.
“Ben, Üsküdar’lı Kemal, burada ne için savaşıyorum? Karavana çıkmıyor, çekirge toplayıp yiyoruz. Gıdasızlıktan iskorpit olduk ağzımızda diş kalmadı. Vatanımda karım veremden ölmek üzere… Öte yanda, payitahtta millet, fazla beslenmeden ölen bir şarkıcı-zenne için yaslar tutuluyor, cenazesine bir Halife Efendimizin katılmadığı kalmış… Sen söyle teğmenim, ben askerden kaçmakta haksız mıyım?”
Bu sayfa, 2 gün sonra bir haftalık siyasî dergide, “Suat Yalaz ne demek istiyor, san’at güneşimizi kaybettiğimiz şu günlerde?” manşetiyle alıntı – iktibas olarak yayınlandı.
Dünya çizgi-roman tarihinde böyle bir olay yaşanmamıştır.
***
YILMAZ ÖZDİL’DEN RİCA OLUNUR!
Madem ki, “Zagor” adlı makalesini yazarak, uğruna bir ömür verdiğim mesleğimi savunma hakkımı bana sağladı… Şimdi, tüm çizgi-roman severler adına, Yılmaz Özdil kardeşimizden topluca ricada bulunalım:
Yılmaz Özdil, gazeteciliğe İzmir Yeni Asır Gazetesinde başlamış. Yaşı tutuyor, tam benim, Yeni Asır’a Yandım ALİ’nin “İlk Kurşun/ Hasan Tahsin” ve“Ferman Padişahın, İzmir Bizimdir” maceralarının, – renkli olarak çizdiğim nadir çizgi romanlardır- yayımlandığı sıralar… (Bu çizgi-romanların orijinalleri Yeni Asır’da kayboldu. Genç meslektaşım da, Ümit Kocasakal hocamız gibi, çizgi-romancıysa ve de o sıralar kesip sakladıysa, çok sevinirim, çünkü bende ne kupür var ne orijinal. Bana emanet verirse, albüm yapar, çizgi-roman meraklılarına kazandırırız.)
AMERİKAN COWBOYU MU… KUVA-î MİLLİYE Mİ ?
O iki macera ki, Dinç Bilgin bey, yayınlamayı kabul edince, Paris’te bana, ülkenin en güçlü yayınevi olan Dargaud (Dargo)‘nun yöneticilerinden Henri Filippini’nin, bir western dizisi için Önerdiği “altın” kontrata “Hayır” demiştim ve adam deliye dönmüştü.
Bu teklifi bir Fransız ressama önersem adam havada takla atar. Sen nasıl “Hayır!” dersin. Buna çok pişman olacaksın, demişti. Dargaud’nun kontratına imza atsaydım, ha babam, Kızılderilileri öldüren yankee Amerikalıların Kuzey-Güney çarpışmalarını… General Custer’ın, Apaçi Reisi Sitting Bull (Oturan Öküz) tarafından “Little Bighorn” tepesinde kuşatılıp, ordusuyla birlikte “scalpe edilerek” – kafa derileri yüzülerek- nasıl yok edildiklerini çizecektim.
“HADİ CANIM SEN DE!”
Dolayısıyla, 2007 yılında vizyona giren “Son Osmanlı/YANDIM ALİ” filmi de çekilmemiş olacaktı.. Dargaud’nun kontratını imzalamadığım için pişman olacakmışım. İsmet Paşa ağzıyla; Hadi canım sen de ! Benim tarihimi yazıp-resimlemek varken, Amerikan tarihine dirsek çürüteceğim ha? Gazi Mustafa Kemal Paşa’mıza yakıştırılan deyişiyle; Ülkemin yararı söz konusuysa gerisi teferruattır!..
*****
ANGOULEME ÇİZGİ-ROMAN FESTİVALİ
Fransızların dünyaca ünlü ‘Angouleme çizgi-roman Festivali’nde, 9’uncu Sanat denilen bu çizgi-romanın devlerinden dördü, Hugo Pratt (Corto Malteze), Victor De La Fuente (Mortimer, Sunday) ve şu an isimlerini anımsayamadığım, Dargo’nun 2 ressamı bir masada sohbet ediyorlardı. Beni sima olarak tanımıyorlardı. Elimde, ayda 1’den ayda 2’ye çıkarılan 2 renkli “KEBİR”den birkaç sayı vardı.
Victor De La Fuente, eski sinema yıldızlarından James Cagney’e çok benziyordu. Masaya yaklaştım, tükenmez kalemle Victorun bir portresini çizdim. Fark etmişti. Resim bitene kadar poz verdi. Resmi eline aldı, çok beğendiği belli oluyordu.
– Tükenmez kalemle bu kadar oluyor, dedim.
– Önemli değil, bilek kendini belli ediyor, dedi.
– James Cagney’e çok benziyorsunuz, dedim. Pek hoşuna gitti.
– Bu yüzden, gençliğimde bir iki filmde oynattılar beni, dedi.
Portresi elden ele dolaşıyordu. Masada yer açtılar. Amacım Hugo Pratt’la iki laf etmekti. O da benim gibi, romanlarının konularını kendi yazan biriydi. Avrupa’da çoğunlukla bir usta yazar bir başka usta çizer. Hem yazıp hem çizen çok azdır. 13 günde bir’lik KEBİR’i Pratt’a uzattım. Baktı, baktı:
– Siz mi çiziyorsunuz, dedi. “Evet” dedim.
– Kim yazıyor, dedi. “Ben” dedim.
– 15 günde bir mi yayınlanıyor, dedi. “Evet” dedim.
KEBİR’i masanın üstüne bıraktı, “Bunu ben yapamam.” dedİ, dev Hugo Pratt…
Geçtiğimiz yıllarda, önce Hugo Pratt!ı, sonra da De La Fuente’yi kaybettik. Ruhları şâd olsun.
***
YILMAZ ÖZDİL İLE SABAH’TA TANIŞTIK…
Yılmaz Özdil’le, ilk olarak Sabah’ta, tanıştım. 94-95 yılları.. Yazı işleri Müdürlerinden biri olarak çalışmaya başladığında, bana gelmiş, benim Son Osmanlı/ YANDIM ALİ romanımın takibi ile görevlendirildiğini söylemişti. Ben de; “Bu gazetede nihayet gravatlı biriyle karşılaşıyorum” diye kendisine kompliman yapmıştım. Yılmaz’ı üzmedim, resimleri Paris’ten yedekli olarak gönderdim.
Bir süre sonra, Zafer Mutlu, YANDIM ALİ’nin “Elveda Mekke ve Medine” macerasını, tam Ramazan ortasında, asıl gazeteden çıkarıp ilavede yayınlamaya kalkışınca macerayı, en heyecanlı yerinde “Birinci Bölüm’ün Sonu” diye kesip Sabah’tan ayrıldım.
Ben, taaa Fransa’dan, Ramazan ayında, rasgele bir macera romanı olmasın, diye, kafa yorup, “Fahreddin Paşa’nın Medine savunmasını konu olarak alıyorum… konuyu araştırıyorum… Türk Basını “Suat Yalaz farkı”nı görsün, Sabah da hava atsın diye, birinci sayfadan verilecek afiş gibi renkli bir anons resmi de gönderiyorum.
Ve, Zafer Mutlu efendi, gazetenin içinde otomobil lastiği, buz dolabı gibi reklamlara yer açılsın diye.. Bakan’ların, Generallerin, aydınların tutkuyla izledikleri, belgesel soslu eserimi gazetenin eğlencelik ekine gönderiyor.
Bana, bu haberi getiren Tevfik Yener’e:
– Ben Arap çöllerinde karavana çıkmadığından açlıktan ölmemek için çekirge toplayıp kavurması yiyen Mehmetçiği anlatıyorum. Siz kalkmış; “Hanımlar istenmeyen tüylerden kurtulmak mı istiyorsunuz?”, “Aybaşı sancılarınız mı var?” gibi yazılarla dolu bir ilaveye atmaya çalışıyorsunuz. Benim eserlerim eğlencelik değildir. Bir gazete ekinde Suat Yalaz’ın yeri olamaz. dedim.
– Dinç Bey öyle istiyor, dedi.
– Dinç Bey, bu işlere karışmaz. Söyleyin ona, ısrar ederseniz
– Romanı hemen keser, giderim, dedim.
Israr ettiler, ben de romanı en heyecanlı yerinde, Arap Lawrence, Medine’ye asker götüren treni havaya uçurmak üzereyken.. “Birinci Bölümün Sonu” deyip kestim, Paris’e döndüm.
Bir sene ne arayan oldu ne soran…
Demirel’e çıktım. Olanı biteni anlattım.
Özel Kalem müdürü, Sabah’ı arayıp, “Cumhurbaşkanımız soruyor, “Mekke ve Medine’nin İkinci Bölümü” ne oldu, diyor” dese, tamam. Hemen telaşlanıp beni arayacaklar… Ama Demirel, “Çoban Sülü” ne dedi:
– Suatçığım, beni basınla kavga ettirme, gözünü seveyim.
Kendi işini kendin hallet.
Bir yıl sonra, STAR gazetesi çıktı. Genel Yayın Müdürü Fatih Çekirge. Yardımcıları “Karaoğlan hastası” Cafer diye bir arkadaş ve Yılmaz Özdil. Cafer, uyuzun biri çıktı. Fatih’e beni öneremiyor…
Günler geçiyor, Cafer’den olumlu bir haber yok. Birgün, Yılmaz, Cafer’e adeta çıkıştı:
– Yaa, Cafer, Suat Yalaz’ı tek başına bir dosya olarak önüne koyalım. Birkaç öneriyle birlikte değil! Onun aklı başka şeylerde.
O gün, akıllı gazeteci olarak bir kez daha tam not almıştı Yılmaz benden. Ama, henüz yeniydi gazetede, yetkisi kısıtlıydı. STAR’dan da bir iş çıkmadı.
Taaa, Can Ataklı beni Sabah’a çağırıp, Ufuk Güldemir ve Soner Yalçın’la tanıştırana kadar.
Zafer Mutlu’nun olduğu yerde, hava öylesine kirliydi ki,
Ufuk ta, Soner de fazla dayanamayıp ayrıldılar.
*****
“ELVEDA MEKKE VE MEDİNE” nin
Pasaport Müdürlüğünde ne işi var?
Ben Türkiye’mde, eserlerimi yayınlayacak gazete peşinde koşarken, baktım, Pasaportun süresi dolmuş. Yeniden 5 yıl uzattırmak için, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Pasaport şubesine gittim.. Kalabalık. Sıramı bekliyorum Şube Müdürünün kapısı önündeki sandalyelerden birinde.
Müdür bey, sıra numaramızı okuyarak içeri çağırıyor. İyi de.. Sırası benden sonra olanları da almaya başladı… Beni çağırmıyor. Sonunda herkes gitti, bir ben kaldım kapı önünde. Genç, aydınlık yüzlü Şube Müdürü Kapıda göründü, “Herhalde lavaboya gidecek” dedim.
– Suat Bey, buyurun, dedi.
Odaya girdim, yer gösterdi. Pasaportumda damga vurulacak sayfayı ararken:
– Elveda Mekke ve Medine’nin İkinci Bölümü ne zaman başlayacak, dedi.
– Okuyor muydunuz, dedim.
– Eğildi, masasının en alt çekmecesinden plastik bir zarf içinde bir tomar gazete kupürü gösterdi.
Ben gazeteden kavgalı ayrıldığım için, maceranın orijinallerini almamıştım. İstediğimde de arşive yeni gelen “Öyle bir şey yok!” demişti.
Elimde, bizimkilerin kestiği birkaç kupür vardı sadece.
Hemen, heyecanla sordum:
– Tamamı var mı?
– Evet, dedi.
– Hay Allah sizden razı olsun. Ben toplayamadım.. Bana emanet verirseniz, temiz A4 kağıda kopyasını eker, resimli, kalın kapaklı 2 cilt yaparım. Biri size biri bana.
Müdürün kupürleri vermeye hiç niyeti yok. Ödü kopuyor… Ya alır, Fransa’ya gidersem? İkna edene kadar ne diller döktüm… “Pasaportum sizde kalsın isterseniz. Ciltle birlikte getirdiğimde verirsiniz.”
Sonunda, telefonumu, adresimi aldı, ister istemez inandı, Elveda Mekke ve Medine’nin kupürlerini verdi. Pasaportumu da damgaladı verdi.
Ben de söz verdiğim gibi birinci hamur baskılı, renkli resimli, karton kapaklı ciltle birlikte ziyaretine gittim.. Çok memnun oldu. Karşılıklı kartlar verdik. Ayrıldık. Kitaplarımı imzalamak için, verdiği kartında adının önünde Dr. vardı.
Yani, bizim romanı her gün gazeteden kesip saklayan o aydınlık yüzlü Şube Müdür polisimizin hukuk doktorası vardı!
Esenlik dileklerimle…
Suat Yalaz
Odatv.com