Güray Öz / Cumhuriyet
Politikanın iniş çıkışlı dünyası, geçici karamsarlıklar ya da umutlar yaratabiliyor. Örneğin 7 Haziran seçimleri, Gezi hareketi, onun sürekliliği konusundaki belirtiler umutları artırırken 1 Kasım, karamsarlığı zirveye çıkardı. Bölgemizdeki savaşla ilgili gelişmeler, genel olarak küresel çaptaki kriz, bağlı olarak muhafazakârlaşma, Cemaat’in kanlı darbe girişimi ufkun daha da kararmasına yol açtı. Politikadaki değişimlerin hızı, zaman zaman kalıcı olanla geçici olan arasındaki geçişkenliği görmemizi zorlaştırıyor. Soru açıktır; AKP iktidarı günün birinde sona erdiğinde, ki tarih hiçbir siyasi partiye sonsuz bir ömür vaat etmiyor, geride kalan ideolojik tortu ne olacak?
***
Bu soruya vereceğimiz yanıtlar, hem güncel hedefleri belirginleştirecek hem de kalıcı tehlikenin ne olduğunu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Hep söylediğimiz gibi AKP’nin 14 yıllık iktidarı, rejimin zamana yayılarak değiştirilmesi planının aksamadan yürütüldüğünü, başarılarının ufak kırılmalar bir yana neredeyse mutlak olduğunu gösteriyor. Bu gidişin kaçınılmaz olarak politik sona yaklaştığını gösteren belirtiler de yok değil. Dış politikadaki savrukluk, gerçeklere dayanmayan, kendi hamasetine hayran strateji ve taktikler, içeride politikayı sürdürülebilir kılmak için başvurulan baskı yöntemleri politik sonun yaklaşmakta olduğunun işaretleri sayılabilir.
***
Ama bu kalıcı olanı ortadan kaldırmayacaktır. Onun etkisinin giderilmesi, politikayı besleyen ideolojik zeminin izlerinin silinmesi kolay olmayacaktır. Bu tehlikenin önlenebilmesi demeyeceğim, çünkü epeyce geç kalınmıştır, geriletilebilmesi için hızlı hareket edilmesi, özellikle laiklik, laik eğitim konusundaki saldırının yerinde karşılanabilmesi gerekiyor. Öğrencilerin, ana babaların şu ünlü “proje okullar”projesine karşı demokratik direnişi sonuç alınabileceği umudu yaratıyor. Önemlidir; çünkü kalıcı olan hasar buralardan, tüm eğitimin imam hatipleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.
***
Bir başka önemli kalıcı hasar kaynağı ise akademinin, üniversitenin medreseleştirilmesidir. Akademi hızla ilkelleşiyor. Üniversite anlayışına sadık, araştırmaya, tartışmaya, disiplinlerin öğrenilmesine, öğretilmesine ağırlık veren akademisyenlerin birer birer tasfiye edilmesi, cihatçı ümmilerin, gericiliğin egemenliğini güçlendiriyor. Muhalefet partileri ise, MHP’den söz etmiyoruz kuşkusuz, büyük olasılıkla bu gelişmeyi “kolayca giderilebilir hasarlar” kategorisinde görüyor olmalılar, pek ciddiye almıyorlar.
***
Bir diğer tehlike ise, ne kadar üzücü, akademide Heideggerlerin sayısının hızla artmasıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 1916’ta, karısına yazdığı daha o günlerde eğilimlerini belli eden mektupta “Alman ırkının zirveye çıkması için yeterli içsel kuvveti bulması gerektiğini” yazan Heidegger (aktaran Taner Timur; Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi; s.392; Yordam Kitap) daha sonra bu kuvveti pek çok benzeri ile birlikte Nazi partisinde buldu. Güçlü felsefi temele sahip Alman akademisi savaş sonrası kısa sayılabilecek bir sürede kendini topladı. Bunun nedeni Hegel’den Feuerbach’a, Marx’a uzanan sağlamlık, toplumda kök salmış derinliktir. Ama bizim böyle bir şansımız ne yazık ki yok. Varolan birikimimiz ise, ömrü konusunda ne kadar iyimser olursak olalım, iktidar partisi tarafından yok ediliyor.
Kısacası; tehlike kapıyı çalmıyor, tekmeliyor…