Kürşat Yıldız / Aydınlık
Türkiye’nin her biri kördüğüm olmuş sorunları karşısında üniversitelerden yeterli ses çıkmamasından yakınıp duruyoruz. Ülkenin bugünü ve geleceği için belirleyici önemdeki son Anayasa değişikliği tartışmalarında da durum farklı değil.
12 Eylül Amerikancı Darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın makasından çıkmıştı. 1961 Anayasası ise dönemin önde gelen hukukçularının ortak aklıydı. İstanbul Üniversitesi’nin efsane rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, aynı zamanda Türkiye’de ve dünyada sayılı idare hukukçusu olarak işin başındaydı. Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Naim Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ragıp Sarıca, Muammer Raşit Sevig, Naci Şensoy, İsmet Giritli gibi deneyimli veya genç hukukçu akademisyenlerin görüşlerine başvurulmuştu.
Enver Ziya Karal, Turhan Feyzioğlu, Emin Paksüt, Muammer Aksoy, Turan Güneş, Tarık Zafer Tunaya, Coşkun Kırca, Amil Artus, Doğan Avcıoğlu, Münci Kapani, Mümin Küley, Ragıp Sarıca, Bahri Savcı, Celal Sait Siren, Mümtaz Soysal, Cafer Tüzel, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Abdülhak Kemal Yörük, Sadık Aldoğan, Nurettin Ardıçoğlu, Hazım Dağlı’dan oluşan komisyondaki isimlerin çoğu siyasi tarihimizi de iyi bilen hukukçular ve akademisyenlerdi.
Prof. Dr. Sıddık Sami Onar seçim yoluyla işbaşına geldikten sonra keyfi ve otokratik yönetim tarzını benimseyecek iktidarlara karşı Anayasa ve İdare Hukukunda düzenlemeler yapılması gerektiğini daha Hitler ve Nazi Partisi deneyimi yaşanmadan gören bir hukukçuydu. Oysa 1946’da çok partili döneme geçilirken “demokrasi bayramı” sarhoşluğu içindeki Türkiye, sandıktan çıkan diktatörlere karşı bağışıklığa sahip değildi.
On yıllık Demokrat Parti deneyimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ne kadar yaşamsal olduğunu ortaya koydu. Aslında “kuvvetler ayrılığı” ilkesi yeni bir keşif değildi. Montesquieu, 400 yıl önce iktidar zehirlenmesine karşı bir önlem olarak ortaya atmıştı. Türkiye’nin bunu benimsemesi için “odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm” diyen ve Meclis grubuna “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” cesareti veren Menderes iktidarını yaşaması gerekmişti.
Millik Birlik Komitesi ve 27 Mayıs devrimcileri üniversiteye ve hukukçulara saygı duyup güvendiler. Anayasa, hukukçulara teslim edildi. Anayasa Mahkemesi kuruldu. Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi’ni dengeleyecek bir organ daha oluşturuldu. Siyasi partiler Anayasal düzenin temel unsurları olarak kabul edildi. Hak ve özgürlükleri güvence altına alan daha birçok hüküm…
12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbelerinin temel hedeflerinden biri de 61 Anayasası’nı budamaktı. Son 15 yıllık yönetim bu operasyonu sürdürüyor.
Bugün iktidara hâkim olan anlayışın Anayasa hukukçularına ihtiyacı yok. Hatta işlerine gelmediği için onların söylediklerine kulakları tıkalı. Topluma dayatılan Anayasa değişiklik teklifi, gerçekte hukuki bir metin değil. Politik sonuçlar elde etmeyi ve iktidarı tek elde toplayarak güç yoğunlaştırmayı hedeflediği açık. Bunun için de Anayasa hukukçusuna danışmak gerekmez.
Montesquieu’den 400 yıl sonra, iktidarın kuvvetler ayrılığı konusundaki bilimsel görüşünü ise Prof. Dr. Burhan Kuzu veciz sözlerle anlattı: “Oğlan bizim kız bizim, denetime ne gerek var”.
Anayasa değişikliği tasarısı, ülkenin ihtiyaçlarını ve yakıcı gündemini hiçe sayıyor. Birliğe en muhtaç olunan günlerde toplumu kutuplaştırıp yoruyor. 200 yıllık hak ve özgürlük mücadelesine ve Anayasa tarihimize ters. Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini ve yönetim ilkelerini tahrip ediyor. Cumhuriyet idaresinin temellerindeki sağlam vidaları 15 yıldır gevşettikten sonra tümüyle söküp parçalamayı hedefliyor. Çok partili yaşamın olumsuz deneyimlerini içermeyen bir anlayışla dayatılıyor. Tehdit, kaba kuvvet ve şantajlarla “yangından mal kaçırırcasına” Meclis’ten geçirilip referanduma götürülmeye çalışıldığı çok açık.
Cumhuriyet’i, Atatürk ve dava arkadaşlarının emanetini, temel hak ve özgürlükleri, hukuk ve adaleti savunan, ulusal birliğimizin iç ve dış tehditlerle karşı karşıya olduğunu gören her yurttaş, bu gelişmelerden rahatsız. Bu gidişe dur diyecek güçler biraraya geldiğinde, gerek bugünkü Meclis görüşmelerinde, gerekse referandum sürecinde “yanlış hesap Bağdat’tan döner” deyişinin haklı çıktığı görülecektir.
Üniversitelerin Anayasa ve ülke gündemindeki önemli meselelerde sessiz kalmasının en temel nedeni, iktidarın böyle istemesidir. Buna rağmen bildiklerini toplumla paylaşan, özveriyle sorumluluklarını yerine getiren öğretim elemanlarının sayısı az değil. Barolarımız, ülkemizin yüz akı. Baskı ve tehdit altında hak ve hukuk mücadelesi veriyor. İstanbul Barosunun düzenlediği toplantıda, baro başkanları akademisyenler coşkulu ve kalabalık bir topluluğa konuştular. Ankara Barosu ve Ankaralı akademisyenler biber gazına aldırmadan hak bildiklerini topluma söylemekten geri durmadılar. Hukukçu öğretim üyeleri Türkiye’nin dört bir yanında irili ufaklı toplantılara yetişmeye çalışıyorlar.
Ama beklenti, daha fazlası ve kurumsal tavırlar. Dönemin yöneticileri, akademinin toplum sorunlarıyla ilgilenmesini, işlerine karışmak olarak görüyor. Eleştiriye ise hiç tahammülleri yok. Basının çoğu tembihli. İktidarın hoşuna gitmeyecek olgu ve görüşlere yer vermek konusunda ürkek.
Oysa marifet, biraz da iltifata bağlı. Türkiye’nin aydın birikimini yabana atmamak gerek. Yeter ki değerlendirmeye niyetiniz olsun.
Bugün aydınlara ve Türk üniversitelerine düşen görev, yılmadan, bıkmadan halkı aydınlatmak, örgütlü hareket etmek ve barış, birlik ve adaletin hüküm sürdüğü gelecek güzel günler için ütopyalarını korumaktır. Halk Cumhuriyet’e sahip çıktığı ve aydınları göreve davet ettiği zaman, Cumhuriyet ve dünya tarihinin deneyiminden süzülen daha güzel bir Anayasa yapılacaktır.
Büyük Atatürk ve dava arkadaşları ile Sıddık Sami Onarların kemikleri sızlamasın, huzur içinde yatsınlar diye…
aydınlık
görsel: haber.sol.org