Kısa süre önce, İngiliz ve Alman gazetelerine verdiği bir mülakatta, Merkel’in bir milyon mülteciyi kabul etme kararını “feci bir hata” olarak nitelendiren ABD’nin yeni Başkanı Trump, bununla da kalmamış, Avrupa Birliği’ni (AB) “Almanya’nın bir aracı”/kontrolünde bir alan olarak niteleyip, AB’deki dağılmacı eğilimlere destek vermişti. İş bu noktaya gelince, Almanya da sert tepki göstermiş, ‘Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı göç sorunu, ABD’nin yanlış Irak ve Ortadoğu politikasından kaynaklanıyor’ diye yanıt vermişti.
Yakın geçmişte, Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu’nun (NSA), Almanya Başbakanı Angela Merkel’in görüşmelerini dinlediğinin ortaya çıkması dahi, kamuoyunda çok fazla dile getirilmemiş, dostluk görüntüsü sonuna kadar korunmaya çalışmışken, şimdi her şeyin medya aracılığıyla konuşuluyor olmasını nasıl yorumlamalıyız diye düşünürken, Trump yemin ederek resmen ABD Başkanlık koltuğuna oturdu.
Devir teslim töreninde yaptığı konuşmada; “Bugün ettiğim yemin tüm Amerikalılara verdiğim bir bağlılık yeminidir. Onlarca yıl yabancı şirketleri güçlendirdik. On yıllar boyunca başka ülkelerin ordularını güçlendirdik, kendi ordumuzu zayıflattık. Trilyonlarca dolar harcayıp başka ülkeleri zenginleştirdik. Artık bu geçmişte kaldı. Sadece geleceğe bakacağız…” diyerek, seçim dönemindeki sözlerinin arkasında olduğunu bir kez daha ve oldukça keskin cümlelerle vurguladı.
Bir yandan sorumluluğunun yalnızca ABD ve ABD vatandaşlarına karşı olduğunu söylerken, diğer yandan ABD’nin büyük askeri gücüne vurgu yaptı. “Hiçbir ülkeyi kendi yaşam tarzımızı benimsemeye zorlamayacak ama bir örnek olarak parlayacağız. Yeni ittifaklar geliştirecek, medeni dünyayı radikal İslamcılara karşı birleştireceğiz. Radikal İslamı dünya üzerinde yok edeceğiz” diyerek ABD halkına karşı sorumluluğun gereği olarak küresel düzlemde “müdahaleci” (küresel jandarma) olunmaya devam edileceğinin mesajını verdi. ABD’nin 1972 yılında doların altın standardına bağlı olması kararını tek taraflı olarak kaldırması ile başlayıp, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla yeni bir boyut kazanan neo-liberal küreselleşmeci dünya düzeninin inşası sürecinde yeni bir aşamaya gelindiğini net olarak ifade etti.
İşlerin eski günlerdeki gibi gitmeyeceği anlaşılıyor. Her uluslararası toplantıda, takındıkları yapma sırıtkan ifadelerle “aile” fotoğrafı çektirip, ‘artık ayrımız gayrımız yok hepimiz aynı ”küresel ailenin” bir parçasıyız’ mesajı veren ülke yetkilileri (başbakanlar, devlet başkanları) şimdi niçin düşman oldular?
Sorunun yanıtı, başta küresel çapta bir kalkınma ve barış projesi olarak pazarlanan, ancak geçen 40 yılın sonunda, dünyanın tüm zenginliğinin 8 kişinin elinde toplanmasına, gelir adaletsizliğinin gerek ulusal, gerekse küresel boyutta daha önce hiç olmadığı kadar artmasına neden olan neo-liberal dünya düzeni ile doğrudan ilişkili.
2007 yılında ABD’de patlayan kriz, bu kandırmacanın sonunu getirdi. 2. Dünya savaşı sonrasında ilk kez bir ekonomik kriz, emperyalist kapitalizmin merkez ülkeleri halklarını da yıkıcı ölçüde etkiledi, başta genç nüfus olmak üzere, sistemin garantisi/savunucusu orta sınıf/çalışan kesimler ciddi oranda işsizlik, varlık ve gelir/refah kaybıyla karşı karşıya kaldı. Sistem savunucuları, uluslararası mali sermayenin oyuncağı haline gelmiş merkez sağ ve özellikle 1980 sonrasında çalışan kesimlerin temsilcisi olma iddiasından vazgeçen merkez sol partiler, sistemi korumak adına krizin yükünü, İtalya’da, Yunanistan’da, İspanya’da ve daha pek çok ülkede “yapısal reform” adı altında yapılan idari/ekonomik düzenlemelerle çalışanların üstüne yıktı. İş güvencesi büyük ölçüde kaldırıldı, emeklilik haklarını ciddi oranda budandı, reel ücretler düşürüldü, kamusal hizmetlerin kapsamı daraltıldı.
Sonuç olarak, krizin yükünü omuzlamak zorunda kalan daha da doğrusu krizin altında kalıp büyük ölçüde ezilen emeklilik, sosyal güvence ve işini kaybeden çalışan kesim, iş bulamayan gençler, yani genel olarak sistemin güvencesi olan orta sınıf siyaseten sahipsiz kaldı. Orta sınıfların desteğini kaybeden merkez sağ ve sol partilerin toplum gözünde hızla prestij ve güç kaybetti. Ortaya çıkan boşluk aşırı sağ partiler ve neo-liberalizm karşıtı ancak yerine ne koyacağı konusunda hazırlıksız sol partilerce doldurulmaya çalışıldı. Solun bu hazırlıksızlığı, Yunanistan’da SYRIZA örneğinde olduğu gibi ciddi yalpalamalara neden olurken, aşırı sağ partiler her zaman olduğu gibi, geçerliliği defalarca ve acı şekilde kanıtlanmış yabancı karşıtı söylemlere, bir de neo-liberalizm ve Birleşik Krallığın AB’den çıkma kararında olduğu gibi ulus üstü kurumlar karşıtlığını ekleyerek mevcut sistemin kaybedeni ciddi bir kitleyi kazanmayı başardı.
Bu açıdan bakıldığında, Trump’ın kazanmasının sadece AB’nin başat gücü olan Almanya’yı değil, neo-liberal küreselleşmecilik döneminde geçmişte hiç olmadığı kadar büyük bir ekonomik ve siyasi güç kazanan ve yeniden ulus devletlerin kurallarıyla bağlı olmak istemeyen küresel mali sermayeyi, yeni bir güç olarak sahneye çıkan AB benzeri ulus üstü yapıları ciddi şekilde rahatsız etmesi son derece doğal. Bu nedenle, bir yandan utangaç da olsa yapılan özeleştirilerle kaybedilen orta sınıf ve gençler yeniden kazanılmaya çalışılırken, diğer yandan neo-liberalizm karşıtlığı “popülizm” nitelemesi ile değersizleştirilmeye, neo-liberalizm karşıtı her hareket/söylem, ister sağdan, ister soldan gelsin faşist olarak nitelenip gözden düşürülmeye çalışılıyor
Bu yüzden de, bu yıl yapılan Davos Toplantısının ana başlıklarından biri son üç dört yıldır olduğu gibi gelir adaletsizliği, kapitalizmin bu adaletsizliği azaltacak şekilde restore edilmesi. Kapitalizmin doğası gereği yapamayacaklarını bilseler de, bir algı operasyonu olarak yapar gibi yapıyor, sistemin doğası gereği yaşanan acıları basit ve kişisel hataların sonucuymuş gibi göstererek dünya genelinde neo-liberal küreselleşmeciliğe karşı oluşan tepkiyi yumuşatmaya, daha süreç tamamlanmadı, güzel günler ileride diyerek zaman kazanmaya çalışıyorlar. Madonna gibi neo-liberalizmin ürünü ikoncanlar sokaklara dökülerek, neo-liberalizm karşıtlarına haddini bildirecek “özgürlük” mücadelesinin bayraktarlığını yapıyor.
Bu noktada yazımızın başındaki Merkel-Trump tartışmasına dönersek, Papa’nın da dışında kalamadığı tartışmanın neo-liberal küreselleşmeci sağ (Partinin adının sol, sosyal demokrat ya da sosyalist olması çok fark etmiyor) ile Trump tarafından temsil neo-liberal küreselleşmecilik karşıtı sağ söylem arasında olduğunu söylemek mümkün. (http://odatv.com/papadan-abd-ve-abye-uyari-2201171200.html)
Trump ve benzeri düşüncede olanlar, sıradan insanı yeniden iş sahibi yapacak şekilde ulusal sınırlar içerisinde ekonomiyi yeniden üretken hale getirmeyi amaçladıklarını söylerken, bu amacı “popülizm” olarak niteleyen neo-liberalizmin gündeminde sıradan insanı bütünüyle üretimden koparacak, bizim gibi teknoloji üretemez hale getirilmiş ülkelerin, ileri teknoloji üreten şirketlerin çıkarlarına ve finansal açıdan dışarıdan gelecek paraya bağımlı taşeron konumunu daha da pekiştirecek 4. Sanayi Devrimi olarak da anılan Endüstri 4.0 var. Dünyanın tüm insanlarını şirketlerin kölesi yapacak, Orwell’in 1984’ünden daha kötü bir gelecek demokrasi, özgürlük ve barış sloganlarıyla her ölçekte pazarlanıyor. (http://haber.tobb.org.tr/ekonomikforum/2016/259/016_027.pdf)
Sol’un, geleceğin yeniden oluşturulmaya çalışıldığı, kartların yeniden dağıtıldığı bu süreçte etkili olabilmesine yönelik olarak, yine bizim dışında kaldığımız tartışma ve arayışlar ise henüz geniş toplum kesimlerine umut verebilecek, yukarıda anlatmaya çalıştığımız, çözüm olmadığını düşündüğümüz karşıtlığa, çalışan kesimler lehine alternatif oluşturacak bir politik programa dönüşmüş değil.
BU KAVGALARININ EN ÇOK ETKİLEYECEĞİ ÜLKELERDEN BİRİYİZ AMA…
Sonuç olarak, içerisinde sıradan insanların, bizim gibi el parasıyla ödünç refah yaşama karşılığında küresel finans merkezlerine bağımlı hale getirilmiş ülkelerin yaşamsal sorunlarının yer almadığı bir tartışma, istesek de istemesek de tüm gücüyle dünya gündemine gelmiş, Trump’ın kazanmasıyla yeni bir boyut kazanmış durumda. Sol siyasetin içerisinde etkin bir rol üstlenemediği bu tartışmadan/kavgadan, gerek bizim gibi ülkeler, gerekse merkez ülkelerin sıradan insanları açısından olumlu bir sonuç çıkması şu an için pek de olası görülmüyor.
Bütünüyle dışında kaldığımız bu tartışmaların/kavgalarının en çok etkileyeceği ülkelerden birisi olmamıza karşın, bizim gündemimiz ise maalesef tamamen farklı. Yaşanan sorunların nedenlerini, sunulan çözümlerin ne getirip ne götüreceğini tartışmaksızın, adeta takım tutarcasına o taraftan bu tarafa savruluyor, bir gün NATO niye hava desteği vermedi diye sitem ederken diğer gün NATO’yu terörist bir örgüt ilan edebiliyoruz.
Dünyayı yeniden şekillendirecek tartışmalar bizim dışımızda sürerken, daha “etkin” bir yönetim oluşturmak adına, bu tartışmalara ilişkin edilgen konumumuzu ve kendi içimizdeki parçalanmayı, siyasi ve ekonomik riskleri daha da artıracağını düşündüğüm, Anayasa tartışmalarına sıkışmış durumda, EVET’cisini de, HAYIR’cısını da derinden etkileyecek sonu belli olmayan bir geleceğe doğru tam gaz ilerliyoruz.
Ahmet Müfit
Odatv.com