Nevra Ölçer / Anadolu ve Rumeli Medya
18 mart 1915 – 18 mart 2017
Tam 102 yıl geçmiş.
Az önce internette bu konuda bir şey bakmaya niyetlendim, karşıma yine yalan yanlış, kötü niyetle yazılmış şeyler çıktı. “Ben de o zaman bu konuyu yine yazarım” dedim. Geçen yıl da yazmıştım, şimdi o yazının bazı bölümlerini de alarak yine yazdım.
Okullarda verilen tarih dersinin bu olayları akılda tutacak şekilde oluşturulmadığını biliyorum.. Hele olayların mantığı üzerinden gitmek diye bir şey hiç yok. İnsanlar tarihleri ezberliyor, akıllarında kabaca bir şey kalıyor, hepsi o kadar. Sonradan kendi çabası ile bu konuları okuyanlar ancak büyük resmi görebiliyor.
Bu savaş tarihimiz için o kadar önemli ki, her vatandaş gün be gün neler olduğunu bilmek durumunda. Düzgün bir “Türklerin Tarihi” ders içeriği oluşturulduğu zaman, Osmanlıdan değil de Orta Asya’dan başlayan, hatta yeni bulgulara göre, çok daha önceden başlayan, bu eksiklik giderilmiş olacak.
Önce, bu savaş niye çıktı? Kısaca değinelim.
Almanya 20. Yüzyılın başlarında silah teknolojisinde çok başarılı bir durumda idi. Bu gidişat onun Avrupa’da diğer ülkeleri istila etmek isteyeceğinin işaretlerini veriyordu. İngiltere ve Fransa Almanyayı durdurmaları gerektiğini görmüşlerdi. Almanya’nın iki cephede savaşması İngiltere ve Fransa’nın istediği bir şeydi, bu suretle savaştıkları ordu gücünü 2 cepheye bölmek durumunda kalacaktı. Bu diğer cephe de Almanya’nın doğusundaki Rusya idi. Ancak Rusya ülke içi çeşitli problemlerle boğuşuyordu ve onu desteklemek gerekiyordu. Bu destek de denizden olabilirdi ancak. Yani Akdeniz, sonra Boğazlar ve Karadeniz. Ancak Boğazlar Osmanlı Devleti’ndeydi.
Bir savaşın yaklaşmakta olduğunu gören Osmanlı kendisinin de bir şekilde bu konuya girmek durumunda kalacağını değerlendirerek kendine müttefik arayışına çıktı. İngiltere ve Fransa zayıf bir Osmanlı’yı yanlarında istemedi. Almanya İmparatoru 2. Wilhelm ise Osmanlı ile işbirliği konusuna her zaman önem vermişti, ve sonunda bu savaşa beraber girildi.
Çanakkale Savaşı dendiğinde bunu kesinlikle 2 bölüme ayırmak gerekir. 3 kasım 1914 tarihinde İngiliz-Fransız armadasının kısa süreli bir bombardımanıyla başlayan, Boğazlar’ı yararak Marmara’ya girme girişimi 18 mart tarihinde, müttefiklerin geri çekilmesi ile sonuçlanmıştır. 5 hafta kadar taraflar hazırlık yapmış ve sonra 25 nisanda kara harekatı başlamıştır. Mustafa Kemal’in aynı gün ön plana çıktığı savaş da bu çok kanlı geçen kara savaşlarıdır.
Başkomutanlık emrinde bulunan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı, Boğaz’ı savunmakla görevlendirilmişti. Boğaz savunmasının temeli, karadaki topçu bataryaları ve mayın engellerine dayanmakta, donanma tarafından da desteklenmekteydi. Müstahkem Mevki komutanı Cevat Paşa idi.
[Cevat Paşa 1909-1910 yılları arasında Harp Akademisi Komutanı olarak görev yaptı. Ocak 1911 ve 1912’de 1. Ordu Kurmay Başkanı oldu. Balkan Savaşları‘nda Eylül 1912-1913 tarihleri arasında Şark Ordusu Kurmay Başkanı, Çatalca Ordusu Topçu Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak görev yaptı. Savaş sonrası Şubat 1913-1914 tarihleri arasında 9. Tümen Komutanı ve iki defa Osmanlı-Bulgar Sınır Komisyonu Başkanlığı görevinde bulundu. 29 Kasım 1914 tarihinde Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı görevine atandı. Komutanlık boğazın ve kıyıların savunmasından sorumluydu. 18 Mart 1915 tarihindeki Çanakkale Deniz Savaşları’ndaki üstün başarıları dolayısıyla 19 Mart 1915 tarihinde tekrar Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. Bu başarısından sonra “18 Mart Kahramanı” unvanını aldı.]
Paşa’nın özgeçmişini burada vermemin sebebi, Osmanlının bu savaş boyunca elinden gelenin en iyisini yaptığını, bütün güçlerini buraya yönlendirdiğini ve hayatı pahasına burada savaştığını göstermek içindir. En iyi komutanlar buraya gönderilmiş, ülkenin bütün imkanları seferber edilmiş ve imparatorluk bir varoluş savaşı vermiştir. Çanakkale Savaşı Anadolu’da Türklerin varoluş savaşına dönüşmüş ve ileride kurulacak cumhuriyetin temelini atmıştır. Burada yıldızlaşan Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtiği zaman kurduğu orduya ilk olarak Çanakkale’den sonra terhis edilip evlerine yollanan ve onu bilen, tanıyan ve güvenen insanlar katılmıştır.
Müttefiklerin amacı kendi askerlerini tehlikeye atmadan, Boğazların iki yanını yoğun bir bombardıman altına alarak Karadeniz’e geçmekti. Bu amaçla çok kuvvetli bir armada kurdular. Bu armadaya kazanılacak başarıdan pay almak için Ruslar da Askold zırhlısı ile katıldı.
Kurulan sistem şöyleydi: Dörder gemi yan yana sıralar halinde ilerleyecekti. Bir sıra İngiliz gemileri, bir sıra Fransız gemileri şeklinde. Ön sırada yer alan 4 gemi iki yanı yoğun bir bombardımana tutacak, sonra onlar dönecek, arkasında sıradaki dört gemi öne geçip bombalayacak ve bu böyle devam edecekti.
Çanakkale yarımadasının burnunda bulunan Seddülbahir ve altta Anadolu yakasındaki Kumkale daha ilk günlerde yoğun bombardımana tutuldu ve gemiler buradan ileri geçmeyi başardılar. Ancak Çanakkale Boğazı’na giremiyorlardı, çünkü orası yoğun bir şekilde mayınlanmıştı. Bu mayınlar Osmanlı’nın savaş ortağı olan Almanya’dan getirilmişti. Boğaz Savunmasının her hattında Alman subaylar da görevlendirilmişti.
Bu yoğun bombardımana her iki yanda bulunan bataryalardan karşılık veriliyordu. 18 marta kadar olan süre zarfında her iki taraftan da kayda değer bir kayıp olmamıştır. Osmanlı’nın olağanüstü savunması bu armadayı burada tutmayı ve boğazlardan geçişini engellemeyi başarmıştır.
Yukarıdaki sırtlardan savaş izlenirken bir subay (bazı kaynaklara göre Alman) sağa dönüş yapan gemilerin Karanlık Koy üzerinden bunu gerçekleştirdiğine dikkat çekerek bu koyun mayınlanmasını istedi. Almanya’dan getirilen mayınlardan 26 adet kalmıştı. Osmanlının da bir adet mayın gemisi vardı: Nusrat. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusrat’ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey israrlara rağmen bu görevi başkasına verdirtmedi ve 7 martı 8’e bağlayan gece düşman gemilerinin projektörlerine yakalanmamayı başararak bu 26 mayını Karanlık Koy’a döşedi.
Meşhur 18 mart da diğer günler gibi başlamıştı. Gemiler arka arkaya ilerliyor ve etrafı yoğun bombardımana tabi tutuyorlardı. Bu bombardımanın şiddetinden Seyit Onbaşı da bulunduğu Rumeli Mecidiye tabyasında bayılmıştı. Kendine geldiğinde Boğaz’a doğru ilerleyen gemileri ve yanında duran topu gördü. Top sağlamdı ama onun atacağı gülleyi kaldıran vincin ayağı kırılmıştı. “Hele bir yardım et” dedi yanında duran arkadaşına ve tek başına o gülleyi topun ağzına sürdü. (Savaştan sonra bunu tekrar denemek istemiş ama yapamamıştır). Gemilerden biri bu gülle ile vuruldu. Az sonra bir gemi mayınlara çarptı. Arka arkaya düşmanın 7 gemisi battı ve düşman geri çekildi. İşte o gün İstanbul’da bir caminin mahyasına “Çanakkale Geçilmez” yazıldı.
Bu gün, üzerinde güneş batmayan imparatorluk ve müttefiklerinin bütün çabalarına ve dünyadaki en güçlü donanmalarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun onlara geçit vermemesini kutluyoruz.
Müttefikler bu yenilgiden sonra karadan harekat dışında bir yol olmadığına karar vermişler ve asker toplamaya başlamışlardır. 5 hafta iki taraf da hazırlıklarla meşgul olmuş ve sonra aylar sürecek tarihin en kanlı savaşlarından biri başlamıştır. Bu başka bir yazının konusudur.
Olaylar böyle idi. Ancak o zamanın ruhu ve bugünü karşılaştırırsak ne görürüz?
Tarihimiz ve cumhuriyetimizi kurma mücadelemizdeki bütün olağanüstü olaylar bizi etkiliyor. Atamızı, onun yaptıklarını, nasıl yaptığını gururla hatırlıyoruz.
Ancak şimdi yine bir çıkmazın içindeyiz. Aklımız 1915-1923 yıllarına takılı kaldığı için bu durumdan nasıl çıkarız düşüncelerinde örneği o yıllarda arıyoruz.
Ülkemizin önde gelen bazı isimleri bir mücadeleye önderlik ediyorlar, ve bu mücadele 1915 ile aynı olmayacak. Zaten olamaz, ama aynı ruh, aynı vatan sevgisi aradığı yönü bulacaktır. Bu ruh 15 şubat kahramanlarında, Beşiktaş maçında İzmir Marşı ile yeri göğü inletenlerde, kapı kapı dolaşan Anneler Derneği’nin cefakar insanlarında, duvara tuğla ile oy tercihini yazan ustada, referandum için yazdıkları şarkı ile semt pazarını gezen gençlerde ve daha nice yerlerde kendini gösteriyor. Yani halkımız “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diyor.
Ne mutlu Türküm diyene, ve ne mutlu Türk olana!