“Referandum öncesi bu teklifin kabulünün tabuta çakılacak son çivi olacağı benzetmesi yapılmış üzerine epeyce konuşulmuştu. Evet çivi iğreti çakıldı ve üstelik çakanlar çekiçle ellerine de vurdular.”
KADİR AKIN / Siyasihaber3.org
16 Nisan Anayasa referandumu, siyasal iktidar için beklemediği ve ağzının tadının kaçtığı bir başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik sağır sultanın bile haberdar olduğu eşitsizliğe, adaletsizliğe ve YSK’nın kanunsuzluğuna rağmen kıl payı farkla çıkan “evet” siyasi iktidarın geleceğini garantiye alma ve kendine duyduğu güven konusunda da bir şüphenin içine düşmesini sağladı.
Ne var ki referandum sonuçlarına yapılan itirazların kabul edilmeyeceğini hem AYM hem de YSK tarafından yapılan açıklamalardan biliyoruz. Geriye AİHM’e yapılan itiraz kalıyor ki, o konuda da işleyiş ve prosedürler bakımından kısa sürede sonuç alabilmek olanaklı değil.
Sonuçta AKP tarafından bize teklif edilen ve daha çok plebisite benzeyen bir oylamayla bu anayasa değişikliği tüm tartışmaların ötesinde %51’ le evet alarak geçmiş durumda. Referandum öncesi bu teklifin kabulünün tabuta çakılacak son çivi olacağı benzetmesi yapılmış üzerine epeyce konuşulmuştu. Evet çivi iğreti çakıldı ve üstelik çakanlar çekiçle ellerine de vurdular. Ama referandumdan çok önce 15 Temmuz darbe girişiminin de fırsata çevrilmesiyle başlayan kuvvetler ayrılığı prensibinin ortadan kaldırılması, her kararın tek kişi tarafından verilmesi, medyanın susturularak her türlü muhalefetin bastırılması, seçilmişlerin yerine kayyum atanması, milletvekillerinin tutuklanması, akademiye yapılan müdahale ile başlayan sürece şimdi yasal bir çerçeve kazandırılmak üzere bir eşik atlanmış durumda. Meclisten çıkartılacak uyum yasalarıyla adım adım diktatörlüğün önü açılarak faşist bir devlet biçiminin inşası ile yüz yüze gelebiliriz. Daha önce bu konuda yapılmış tespit ve saptamaların yerli yerinde durduğunu, bu saptamaların değişikliğe uğradığını bize düşündürecek esaslı bir gelişme yaşamadığımızı da belirtmeliyim. 10 Ocak 2017 tarihinde siyasihaber.org’da yayınlanan makalemde “Kaldı ki tüm fasılların tamamlandığı ve referandumda evet tercihinin çıktığı koşullarda bile evet, hayır oranları devam edecek mücadelenin zemini için önemli sayılmalıdır. %51’le kabul edilmiş bir başkanlık sistemi, bunu başarı olarak görenler için bile Pirus zaferi ve kabul edilen anayasanın meşruiyeti halk nazarında oldukça zayıf olacaktır. Kuşkusuz meşruiyeti tartışmalı hale gelecek bu anayasaya karşı yürütülecek mücadeleye de bunun olumlu etkileri olacaktır” demekteydim. Ben daha fazlasının olduğu kanaatindeyim. Özellikle İstanbul’da pıtrak gibi üreyen ve dokuları “Gezi’ye” benzemese de onu anımsatan Hayır Meclisleri ve büyük kentlerde sokağın tekrar kazanılarak özgüvenin tazelenmiş olması; referandum sonuçlarındaki usulsüzlüğe ve hileye aynı akşam kitlesel bir tepkinin ortaya konmasını, ertesi günlerde bunun devam ettirilmesini sağladı.
Şimdi siyasi iktidar büyük kentleri kaybetmiş olmanın telaşı ile kendisi için tehlike olarak kabul ettiği %49’u ustaca politikalarla bölmeye çalışarak karşısında bloke olmuş güçlü bir “hayır” cephesini görmek istemeyecektir. O yüzden epeydir kullandığı savaş dilini büyütüyor, ilkel milliyetçiliği azdıracak idam tartışmasını sürdürüyor, sınır ötesi operasyonları diri tutuyor. Referandum sonuçlarını kabul etmeyen ve sokaklarda hala itirazını ortaya koyan kitleyi kriminalize etmek ve uyum yasalarını meclisten sorun yaşamadan geçirmek içinde de OHAL’i kalıcı hale getirmeye çalışıyor.
Gerçekten de süreç olarak yan yana gelmelerinin mümkün olmadığı politik çevreler bir an da blok kurarak %49’u sağladılar. Bir seçim aşaması dışında bu yan yana gelişi bir arada tutmaya çalışmanın oldukça zor olduğu kabul edilmelidir. Mayıs ayı içerisinde Meclis’te görüşülmesine başlanacak uyum yasaları üzerine sürecek tartışmalarda, olası erken seçim sürecinde, AİHM’in kendisine yapılan itirazları kabul etmesi durumunda ve şimdiden öngörülemeyen kimi politik eşiklerde bu %49’luk hayır bloğu, diktatörlüğe gidişe hayır diyerek, tek adam yönetimine ve parlamenter demokrasinin ilgasına itiraz ederek, yaşam biçimine müdahaleyi kabul etmeyerek gücünü koruyabilir ve hatta büyütebilir. Ama bu bir “an” meselesidir. Demokrasi güçleri ise eğer bir “süreçten” bahsedeceklerse, kurgularını kalıcı hale gelecek bir başkanlık sisteminin mahzurları üzerine yapmalıdırlar. Sadece itiraz eden değil, nasıl bir ülkede yaşamak istediklerini bir demokrasi bildirgesinde ortaya koyabilir ve bu çerçevede yan yana gelebilirlerse, siyasal gericiliğe giden inşa sürecini durdurabilme şansını elde edebilirler. Bu ise; bütün ezilen, dışlanan, yok sayılan etnik kimliklerin, bütün inançların, bütün farklı olanların, kadınların, gençlerin, yaşam alanı ve emeğin hakkının savunulmasını içeren bir çerçeve ile mümkün olabilir. Savaşa karşı barışı, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, katılımcılığı, yerel-merkez ilişkisinin yeniden tarifini ortaya koyacak bu belge aynı zamanda bir “yeni anayasa” talebi ve isteği olabilir.
Referandum sürecinde ortaya çıkan demokratik gücün bir yanını hayır meclisleri temsil ederken, birbirinden farklı dinamik yapılarında bu ortaya çıkan gücün başka yanını temsil ettiğini görmeliyiz. Önümüzdeki günlerde yeni bir demokratik anayasa talebiyle kurulacak masa ve kürsülerin kanallarını açmak, bu tartışmaya katılmak ve hemen herkesi kapsayacak zeminleri bulup yaratmak konusunda öncelikli davranmakla işe başlayabiliriz.
İnsanların kendilerine yer bulabileceği, benimseyebileceği ve giderek heyecan duyabileceği bir kulvar yaratılabileceğine; savunma siperlerine girmiş toplumsal muhalefetin referandum öncesi sokaklara çıkarak sokaklarda sürdürdüğü kampanya sırasında tanık olduk.
Tersi durumda başarının yerine yenilgi duygusunun yerleşmesi ve yaygınlaşması için siyasal iktidarın heybesinde fazlasıyla turp bulunduğunu ve bunları heybeden çıkartmakta beis görmeyeceğini bilmek, siyasal iktidarın arzuladığı sistemin inşası tamamlandığında ise hayatın bugünden kat be kat zor olacağını görmek lazım…