anadoluverumelimedya.com

Resim Sergisi

Nevra Ölçer / Anadolu ve Rumeli Medya

Reklam alanı

 

Bir süre önce bir resim sergisine gitmiştim.

Sergi üniversitede de ders veren çok tanınmış bir ressama aitti. Bu tanınmışlık resimlerin fiyatına yansımıştı.

Baktığınız zaman hakikaten gayet düzgün kompozisyonlar dikkatinizi çekiyordu. Renkler de birbiri ile gayet uyumlu idi. Herkes de “ne kadar güzel resimler, hakikaten bravo” diyerek sergiyi geziyordu.

Ancak bir şey benim derhal dikkatimi çekti. Gök tasvirleri yeni göğün tasvirleri idi. Yani bildiğimiz orijinal bulutlar değil, çoğu kişinin “zehirli bulutlar” diye de adlandırdığı o çizgi şeklindeki bulutlar idi. Yani başınızı kaldırdığınızda gökte bir uçak ve arkasında bıraktığı izleri görüyorsunuz. Sonra o izler şişiyor, göğü kaplıyor ve tepemize kimyasal yağıyor. (bkz. chemtrails)

Bu son yıllarda devamlı olarak gördüğümüz bir şey olduğu için insanlar artık kanıksamışlar. Ben hatta bir Amerikan üniversitesinin takviminde bu gök fotoğraflarını görüp çok şaşırmıştım.

Peki, diyeceksiniz ki, “madem gökyüzü artık böyle, o zaman ressam da ne görüyorsa onu resmedecek, bunda ne var?”

Bence bir sanatçı bir misyon taşır. Bu da insanlarda umut, cesaret, geleceğe olumlu bakmak gibi hisleri uyandırmayı gerektirir. Ne görülüyorsa onun resmedilmesi bana, resim istediği kadar güzel olsun, bir şey ifade etmiyor. (Ressama da söyledim)

Bir gazeteci düşünürsek, sorumluluk sahibi, başarılı, akıllı, bu kişinin de bir misyonu, ve de vizyonu, olması lazım.

İnsanlara umut verebilmeli, mümkünse yol gösterebilmeli.

 

Son iki güne dönelim. Asker zehirlenmeleri.

Olay o kadar had safhada üzücü ki, insan ölümcül bir ruh donmasına uğruyor.

Ben dün yazabilmek istedim, yazamadım. Bütün diğer olaylar bu konunun yanında o kadar önemsiz oldu ki, gazetede hiç bir haber çıkmadı. Bu bir yas, bir protesto idi.

Ben bir şema çizebilmeliydim. Bu ülkenin bir vatandaşı olarak arzu ve beklentilerimi ifade edebilmeliydim.

Sonra düşündüm, bu beklentilerime nasıl bir başlık koyayım. “Ütopya” mı desem, “nostalji” mi desem, yoksa “sade mantık” mı desem. Hiç birini demedim, artık başlığı siz bunların arasından seçersiniz.

Çok tarih okudum. En çok da 1900-1916 yılları arasını okudum. 1. Ordu İstanbul’da, 2. Ordu Edirne’de, 3. Ordu Selanik’de, 4. Ordu Erzurum’da, 5. Ordu Şam’da idi. Hatta bu konularda boyacı ile konuşurken öğrendim ki, 1. Ordu, 2. Ordu filan şimdi artık daha değişik yerlerdeymiş.

Büyük bir ülke. Bir kaç ordusu var. Millet asker kökenli. Askerliğe saygı ve sevgi var. Bütün ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli ordularımız ve eğitim yerlerimiz var yani. Bu insanlara büyük miktarlarda besin gerekiyor. O zaman orduların bulundukları bölgelerde, yerel üretici ile anlaşıp, birinci elden yiyecek tedarik etmesinden daha akıl işi ne olabilir? Her meslekten kişi askere alındığına göre, bu iş ile ilgilenecek personel zaten ellerinde var. (Bu arada, meşhur “93 Harbi”nde, Plevne’de, Gazi Osman Paşa’nın ordusunu besleyen çiftlik bizim çiftlik)

Ayrıca ordu, asker demek güvenlik demektir. O zaman bu güvenliği siz kendi biriminizde sağlayacaksınız. Askerleri komutana teslim edip, yemek işini onun sorumluluğundan çıkarırsanız o kişiye görevini yaparken engel koymuş olursunuz.

İkinci bir konu Gdo’lu yiyecekler.

Bunların kısırlaştırdığını biliyoruz. 10 yıl önce ülkede %12 olan kısırlık şu anda % 25 civarı. Kısırlaştırılmış bir ordu, küçülmüş bir ordu demektir.

Çiftçi zor durumda. Çiftçi halk, asker halk. Yerli tohum kullanımını yasaklamak diye bir şey mümkün olamamalı. Çiftçimiz ordumuzu, aracısız ve en sağlıklı şekilde beslemeli.

Benim bakış açımdan, bunun dışında bir mantık kuran varsa, bunu herkese anlatsın çıkıp medyada ki, halk tasavvur edebilsin neymiş savunmaları!

 

 

About armadmin 9322 Artikel
Günlük olaylara toplum duyarlılığını yükseltebilmeyi umuyoruz.