Aydın Tonga / Odatv
“Tanrıya inanmayan dünyanın tüm suçunu üstlenmiş olur” der[1] Elias Canetti. Çünkü Tanrı adına hareket eden kimi kurmayların yaratıcı tasavvuruna göre Tanrı en büyük iktidar, güç ve krallığın adıdır. Dolayısıyla böylesi bir güç karşısında eğilmemenin bir bedeli de olmalıdır. Tam da bu noktadan itibaren Tanrı’nın askerleri diyebileceğimiz, iktidar tutkunu büyük vaizler, coşkulu kitleler, onun adına yargıçlık rolüne soyunurlar ve hatta çoğu zaman bir cellât gibi ellerinde urganlarla dolaşarak kurban ararlar.
Din/inanç dünyasının düş kırıklığından biri olarak karşımıza çıkan bu “kurbanlar” kimi zaman maneviyat bahçesinin gülü diyebileceğimiz birileri olur. Şeyh Bedrettin olur misal; çıplak ayaklılar için ayağının tozuyla dolaşır dört bir yanı, bütün bir Anadolu’yu hakları için ayağa kaldırmak ister. Pir Sultan olur sonra; “Yorulan yorulsun ben yorulmazam Derviş makamından ben ayrılmazam Dünya kadısından ben sorulmazam Kalsın benim davam divana kalsın” der. Ve dolayısıyla saray karşısında halkın bükülmez bileği olur. Ebuzer olur bazen bu “kurban”, İslam Peygamberinin yakın arkadaşı olmasına rağmen, bu “ayrıcalığını” kullanarak egemenlerin safında yer almaz. Devrin halifesine, valisine, beyine, paşasına karşı çıkar “haksızlık etmeyin, yoksulun hakkını yemeyin, zulmetmeyin” diye isyan eder. Ne saray karşısında boyun eğer, ne çölü görünce aman dileyip, minnet eder. Öyle bilgece yaşar, kavga eder ve hayatına mal olsa da öylece ölür.
Ali Şeriati gibi “Dine karşı din” savaşı veren isimlerden biri de Thomas Müntzer olur. Kendisi de Hıristiyan din adamı olmasına rağmen, Kilise’nin halk üzerinde estirdiği teröre ve soygun düzenine isyan eder ve Köylü ayaklanmalarıyla da bu isyanın bir neferi olarak en önde yer alır. İşte o sıralarda egemenlere şöyle seslenir Müntzer: “Tefeciliğin, hırsızlığın ve eşkıyalığın batağı, tüm canlı varlıkları: sudaki balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir. Sonra da, yoksullara: çalmayacaksın(!) buyruğunu vaaz ederler, ama kendileri, ellerine düşen her şeyi kapar, köylü ve zanaatçının iliğini sömürürler…“Yoksulların kendilerine düşman kesilmelerinden sorumlu olanlar, beylerin kendileridir. Eğer ayaklanma nedenini ortadan kaldırmayı reddederlerse, ayaklanmanın kendisini ortadan kaldırmayı nasıl isterler? Ah! benim aziz beylerim, Tanrı demir bir çubukla eski kapların arasına ne de güzel vuracak! Eğer bana, bu nedenle, asi olduğumu söylüyorsanız, ne yapalım, öyle olsun, ben bir asiyim!”[2]
Tarihin karanlık sayfaları içerisinde, hüzünle, acıyla ama bir o kadar da umutla, saygıyla andığımız daha pek çok isim vardır. Ve bir de o tarihten bugüne kalanlar, o tarihi yeniden üretenler, bugünün söylemleriyle yeniden yeşertenler vardır. Türkiye ölçeğinde egemen “Sünni paradigmadan” gelip de, muktedirlere, güç ve mülk sahiplerine fikri bir savaş açan, söylem ve eylemleri ile tabiri caizse yaşayan bir tarihe dönüşen isimlerden biri ve belki de en önemlisi de İhsan Eliaçık’tır. Adalet söylemini başucunda tutan; servet ve zenginliğe karşı, eşit ve adil bir dünyayı savunan; haksızlığa maruz kalan, itilen, dışlanan neredeyse bütün kesimlere sahip çıkan protest bir fikir adamıdır Eliaçık. Ondandır Gezi’de de, işçi eylemlerinde de, bir mayıslarda da en önde onu görürüz. Düşündüğü gibi yaşaması ve yaşadığı gibi düşünmesi de bundandır. Ve belki de bu yönüyle fikirlerindeki samimiyeti, yaşam düsturuyla tamamlayan ender isimlerden biridir İhsan Eliaçık.
Bildiğiniz üzere geçtiğimiz haftalarda doğup büyüdüğü topraklara bir imza günü vesilesiyle gitmiş, akabinde “iktidar zehrinden” nemalanan bir güruhun saldırısına maruz kalmıştı İhsan Eliaçık. Ona saldıranlar Müslüman’dı elbette ve dahası sahip oldukları “militan” İslami ruhla böyle davranmışlardı belki de. Fakat işin özü onlar Tanrı’yı hükümdar, kral, tiran gibi düşünüp, o paradigma uyarınca Tanrı’nın mülkiyet kokan ülkelerinin askerliğini üstlenmişlerdi. Onlar açısından korunması gereken büyük bir iktidar gücü vardı; hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya dağıtılan ganimetler söz konusuydu. Bahse konu olan “İlahi” söylemlerin egemenlik hakkıydı. Kimseye kaptırılmak istenmeyen “ din kontenjanları” idi. Onlar açısından İhsan Eliaçık zaten çoktan “çizmeyi aşmıştı”; zira her ne kadar az yer kaplasalar da “ayrık otlarının” temizlenmesi gerekiyordu. Velhasıl akıllardaki “Kral Tanrının” yok etmesini emir buyurduğu “kurbanlardan” biri olarak görülüyordu İhsan Eliaçık. Ol sebep, Kayseri’deki “neferlerin” varlık nedeni tam da buydu.
Görüşlerine, tarih okumasına, sahip olduğu İslam yorumuna katılırsınız katılmazsınız bu ayrı bir konu. Lakin ortada bir hakikat varsa o da İhsan Eliaçık’ın ezilenlerin, yoksulların safında durduğu, onların sesiyle, soluğuyla var olduğu gerçeğidir. Dinini “iktidara” uzanan bir basamak gibi görmez İhsan Eliaçık; aksine “iktidar” merkezli din yoruma şiddetle karşı çıkar. Misal birileri gibi “haram” parayla çıkarılan sayfalarda “helal” vaazlar vermez o. Bunun bedeli mahalleden “aforoz” edilmek olsa da bunu yapmaz Eliaçık. Onun için takdire şayan bir fikir insanıdır yazar.
Bu yazı aynı zamanda yazarın hayatına uzaktan da olsa tanıklık eden bir kalemin, şahsi-vicdani sorumluluğu olarak kayda alınmıştır. Bu anlamda yazdıklarımız “teorik” bir dilin havada kalan sözcükleri olarak okunmamalıdır. Bilakis ondan bize yansıyanların, kanlı-canlı bir hayatın ifadeleri olarak görülmelidir bu dizeler. Yazıyı uğurlarken tekraren ifade edelim ki, Tanrı adına kötülük yapanlar, bunu çoğunlukla elde ettikleri kişisel güç ve servet dolayısıyla yaparlar. Dolayısıyla din/inanç-iktidar ilişkisi, ahlaki/etik değerler üzerinden okunmadığı sürece din adına işlenen zulümlerin sonu gelmeyecektir. Tıpkı atom bombasıyla on binlerce insanı öldüren kötülüğün zihniyetindeki Tanrı tasavvuru gibi. Eduardo Galeano’nun kalemiyle okuyalım: “1945’te bugün, Hiroşima öldü. Atom bombasının dünya prömiyerinde şehir ve insanları bir anda kömüre dönüştü. Hayatta kalan az sayıdaki insan hâlâ dumanı tüten yıkıntıların arasında sakat ve uyurgezer bir halde dolaşıyordu. Çıplaktılar, patlama sırasında üzerlerinde olan giysilerin desenleri yaraların üzerine çıkmıştı. Atom bombasının ateşi duvar kalıntılarının üzerinde daha önce orada bulunmayan gölgeler oluşturmuştu: kollarını havaya kaldırmış bir kadın, bir adam, koşulu bir at…Üç gün sonra, Başkan Harry Truman radyoda konuştu.
Şöyle dedi:
-Bu bombayı düşmanlarımıza değil de bizim elimize verdiği için Tanrıya müteşekkiriz; onun yoluna ve amacına uygun kullanımında da bize rehberlik yapması için ona dua ediyoruz.”[3]