İsmail Hakkı Pekin / Aydınlık
Türkiye çok uzun bir süredir neredeyse 35 yıldır dışarıdan desteklenen PKK terörü ile mücadele ediyor ve savaşıyor. Genelde iç tehdit olarak gördüğümüz, ancak dış destekli hem bölgesel hem de küresel bir terör örgütü haline gelen PKK, müttefiklerimiz tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesine rağmen, el altından bazen de açık olarak siyasi ve maddi olarak desteklendi; hâlâ da desteklenmeye devam ediyor.
Bu oyunu daha sonra Irak ve Suriye sahasında YPG ve DAEŞ ile ABD ve müttefiklerimizin ilişkilerinde gördük ve görmeye de devam ediyoruz. BOP projesi kapsamında ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle birlikte Ortadoğu’yu şekillendirme, DAEŞ ve PKK’nın uzantısı YPG’yi nasıl kullandığını yaşayarak görüyoruz.
TERÖRLE HİZAYA GETİRME
Hem 1991’deki hem de 2003’deki Irak Harekâtı sırasında ve sonrasında önce Irak El Kaidesi sonrasında DAEŞ ismini alan terörist unsurlarla, ABD istihbaratının özellikle de CIA’nın ilişkisi vardı ve bu grubun güçlenmesine göz yumuluyordu. Çünkü o zaman ABD için en önemli tehdit Mukteda el Sadr idi. Hatta tutuklu bulunan ve DAEŞ’in lideri olan Zerkavi, o dönemde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’ın ikazına rağmen serbest bırakılmış ve 2004 yılında Usame Bin Ladin ile bağlantısı ortaya çıkmıştır.
2011’de başlayan Suriye krizi ve iç savaş sonrasında güçlenen ya da güçlendirilen DAEŞ, Suriye’de oluşan kaos ortamında tam da ABD istihbaratı tarafından kullanılacak bir örgüt idi. Suriye’de tam bir kargaşa hakimdi ve rejim güçlerinin yenilmesi ya da Esad’ın devrilmesi plânlandığı gibi gitmiyordu. Aynı ortam Irak için de geçerliydi. ABD’nin ve müttefiklerinin kendi plânlarını uygulayabilmesi için zamana ihtiyaçları vardı. Çünkü kendileri için düşündükleri güç henüz hazır değildi. Bu güç PKK’nın Suriye kolu olan YPG idi. YPG’nin kullanılmasına karşı çıkan Türkiye ile yaptıkları göstermelik güç geliştirme faaliyetleri başarısız olunca, -ki hedef başarısız olunmasıydı ve Türkiye’yi devre dışı bırakarak- YPG’yi güçlendirmeye başladılar. YPG hazır değildi ve zamana ihtiyaçları vardı. Ayrıca Türkiye’nin YPG’yi bahane ederek bölgeye müdahalesi bu aşamada ABD’nin plânlarını bozardı. Planlarını gerçekleştirmek için kullanacakları YPG güçleninceye kadar zamana ve Türkiye’nin müdahalesini önleyebilmek için bir ara güce ihtiyaçları vardı. Bu ara güç ya da diğer adıyla taşeron DAEŞ’ti.
FIRAT KALKANI ÖNLEDİ
DAEŞ, asıl taşeron hazır oluncaya kadar devreye sokuldu ve hem Suriye hem de Irak’ın önemli bir kısmı DAEŞ’in eline geçti. Böylece plânın ilk bölümü plânlandığı gibi tamamlandı. YPG’ye bir zafer gerekiyordu. Ayn el Arap yani Kobani devreye sokuldu ve bütün dünyaya YPG’nin DAEŞ terör örgütüyle nasıl savaştığı ve nasıl zafer kazandığı aktarıldı. Hem Irak’ta hem de Suriye’de DAEŞ’in işgal ettiği yerler PKK, YPG tarafından ele geçirilerek Suriye’nin kuzeyinde YPG’nin denetiminde Cerablus’tan Deyrizor’a kadar bir Kürt oluşumu meydana getirildi. Irak’ta ise PKK’nın kontrolünde yeni üsler oluştu. Tabii Akdeniz’e kadar kesintisiz ABD/İsrail koridoru Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı ile önlendi. İdlip’teki harekât ve Afrin’in kontrolüyle bu koridorun önüne duvar çekiliyor.
Tabii ABD ve NATO müttefiklerimizin Suriye’yi bölme ve Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e uzanan bir koridor yaratma ve bölgede ikinci bir İsrail inşa etme hedefinin Türkiye’nin bekasına yönelik tehdit oluşturması, Türkiye’nin bölge ülkeleri İran, Irak ve Rusya ile işbirliği yapmaya yöneltti. Tabii bütün bunlar olurken NATO ve müttefiklerimiz ne yaptı? Sadece kendi çıkarlarına baktılar. Türkiye’nin bekasına yönelik tehdidi bile gerçek anlamda dikkate almadılar. Peki 1952 yılında girdiğimiz NATO’nun temel amacı kollektif savunmadır. Evet bu durum NATO’nun kurulduğu 1949’dan soğuk savaşın sona erdiği 1991 yılına kadar da böyleydi. O dönemde tehdit Varşova Paktı, Sovyetler Birliği ve komünizm idi. Bu tehditle korkutulan NATO ülkelerinin ana amaçları ortak savunmaydı ve ülkelerin kendi çıkarları gündemde değildi. 1991’de yeni bir NATO savunma konsepti hazırlandı. Kollektif savunma esas olmakla birlikte terör, yasa dışı göç, kaçakçılık, mikro milliyetçilik vb. tehdit ve risklere karşı görevler de NATO’nun görevleri arasına girdi. Bu dönemde Sovyet tehdidi kalkınca ülkeler kendi çıkarlarını ön plâna çıkarmaya başladılar.
NATO’NUN YENİ GÖREVİ
2001’de 11 Eylül saldırılarından sonra konsept değişti ve NATO kendi bölgesi dışındaki yerlere müdahale etme gibi bir misyon üstlendi. 2010 yılına geldiğimizde Lizbon Zirvesi ve Deklarasyonuyla NATO’nun yeni konsepti ortaya çıkan yeni tehditleri de (füze savunma vb.) görev alanı içine aldı. Bütün bu gelişmelere rağmen siyasi ve askeri bir organizasyon olan NATO, Türkiye’ye yönelik tehditler konusunda ikircikli davranmaya başladı. Çünkü çoğu zaman terörizmle mücadele dahil değişik görüşler oluşmaya başladı. Tabii bütün sorunların yanında Türkiye’nin etkili olduğu 1992’deki Yugoslavya iç savaşına müdahale vb. çok önemli gelişmeler de oldu.
NATO herhangi bir teşkilatın alternatifi olamaz, olmamalıdır. Ülkemizin eşit üye olarak içinde bulunduğu siyasi ve askeri bir teşkilattır. Önemli olan bu ve buna benzer uluslar arası teşkilatlardan kendi menfaatlerimiz açısından faydalanmak durumundayız. NATO’ya işlevini tamamlamış, ABD’nin Avrupa’nın siyasi ve askeri olarak kontrolünü sağlayan bir araç olarak bakılabilir. Ancak NATO’dan çıkma konusunun ayak üstü ya da önümüzdeki 40-50 yıllık bir stratejik öngörü çalışması yapılmadan, sadece sloganvari söylemlerle tartışılmasının bir anlamı yoktur. Bu konuda derli toplu bir istihbarata dayalı bir strateji çalışması yaptıktan sonra karar vermek en uygun hareket tarzıdır.
Önemli olan bizim NATO’ya ya da NATO’da geliştirilen konseptlere fikri katkımız nedir? NATO’nun empoze ettiği her şeyi milli çıkarlarımızı dikkate almadan kabul etmek zorunda değiliz. NATO’da ABD’nin etkisi ve gücü yadsınamaz. Ama İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda vb. ülkelerin yaptığı fikri katkılar kadar katkı yapabiliyor muyuz? Bu ve buna benzer yüzlerce sorunun cevabını vermemiz gerekiyor. Önümüzdeki 40-50 yılda Türkiye, bölgemiz, Avrupa, dünya ne durumda olacak konusunda istihbarata dayalı bir stratejik öngörümüz var mı? Ben bilmiyorum. Ancak yarın neyle karşılaşırızın cevabının bile bilinmediği bir ortamda, NATO’dan çıkma konusu çok iyi düşünülmelidir.