Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet
Demokrasinin, insan haklarının, genel olarak bireysel özgürlüklerin savunulması bağlamında, çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Bu sorunu çözemezsek demokrasiyi, insan haklarını, bireysel özgürlükleri, bırakın savunmayı üzerlerinde konuşmak için gereken kavramları korumak bile (Örn: “Basın özgürlüğü ölçütleri Batı merkezlidir” savı) olanaksızlaşacaktır.
Duvara karşı
15 yıldır gündemde olan ama bugün çok da büyük bir önem kazanmış olan bu sorun, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın, “olağan koşullarda, özgürceyapılacak adaletli bir seçimleri kazanamayız” sonucuna ulaşmış olmasından kaynaklanıyor. Daha önce de vurguladığım gibi, siyasal İslam, projesine katılmaya ikna edemediği bir çoğunluk duvarıyla karşı karşıyadır. AKP liderliği bu durumun ayırdına ilk kez haziran seçimlerinde varmaya başladı. Referandumda, son dakikada yasaları çiğneyerek önlem almak zorunda kalınca, olağan koşullarda, özgürce yapılacak adaletli bir seçimi kazanamayacakları kesin olarak kafalarına dank etti.
AKP’de temsil edilen siyasal İslam, bu durumda üç taktikle ilerlemeye çalışacak: Birincisi, bu duvarın sandığa yansıyan etkisini gizleyerek, yine seçimleri çalmaya çalışacak. İkincisi, bu hırsızlık gerçekleştiğinde gelecek itirazları bastıracak güçleri bugünden hazırlamak için, toplumu siyasi ve kültürel tercihler, yaşam tarzları, dini aidiyetler üzerinden kutuplaştırmayı hızlandırıyor, böylece kendi tabanının sadakatini güçlendirmeye ve öfkesini körüklemeye çalışıyor.
AKP ve siyasal İslam artık, OHAL ile, AKP’ye sadık bir YSK ile yetinemiyor. AKP rejimi, seçim sandıklarında parti müşahidi olmayı zorlaştırarak, sandıkkurulu başkanlarının devlet memuru olmasını sağlayarak, oy sayım süreçlerini ve seçim sonuçlarını yerinde belirlemek, yolsuzlukları gizleyebilmek, itiraz kapılarını kapatmak istiyor. Böylece de AKP rejimi seçimleri de parlamento gibi, sürekli AKP rejimini onaylayacak bir işleme, sonuçları önceden belli bir oyuna dönüştürüyor. Bu iki taktik, ülkenin siyasi ortamını çok daha karanlık günlerin beklediğini düşündürüyor.
Üçüncü taktik…
Üçüncü taktik, dış politikayı ilk iki taktiği desteklemek için kullanmakla ilgili. Ancak bu taktik, siyasal İslamın kanaat önderlerinin liderlik fantezilerinin aksine, ülkeyi uluslararası alanda yalnızlaştırarak, müttefiklerinden kopararak, kaynaklarını aşan ilişkilere sokarak ekonomik ve siyasi tercihler bağlamında manevra alanını iyice daraltıyor.
Örneğin, AKP Türkiye’si, Batı’ya karşı Türk ve İslam dünyasına liderlik etmeyi hayal ediyor. Ancak bu hayal bağlamında, Batı’yla çatışma çabaları, ülkenin finansal, teknolojik ve enerji gereksinimlerini karşılama konularında yüzünü Rusya, İran, Çin gibi merkezlere çevirmeye zorluyor. Böyle olunca da ortaya bir seri açmaz çıkmaya başlıyor.
Örneğin, “Askeri yapılanması ABD-NATO standartlarına göre şekillenmiş,Rusya’dan gelecek S-400’ler için Rusya’dan kredi almak zorunda kalan bir Türkiye’de, ordunun yeniden yapılanması hangi teknolojik zemine ve finansalkaynaklara dayanacaktır” sorusunun gerçekçi bir cevabı yoktur.
İslam ve Türk dünyasında lider olma hayalleri gören AKP yüzünü Doğu’ya dönerken, bir taraftan, son İslam İşbirliği Teşkilatı, toplantısındaki katılımın da gösterdiği gibi, kendini, Arap dünyasında Mısır – Suudi Arabistan – BAEile İsrail arasında şekillenmekte olan bir ittifakın karşısında buluyor. Diğer taraftan, Rus basınındaki kimi yorumlara göre, Rusya ve İran, Türkiye’nin Azerbaycan’daki etkisini kırmak için işbirliği yapıyorlar. Yeni İpek Yolu projesinin, Bakû-Tiflis-Kars demiryolu üzerinden, Avrupa’ya, geçme olasılığı, özellikle Rusya’yı kaygılandırıyor. Kısacası, dış politikada AKP Türkiye’si, Türki cumhuriyetlerden, Suriye ve Irak’a, bir nüfuz alanı rekabeti içinde kendisini sınırlamaya, yönlendirmeye çalışan, bugüne kadar da bu konuda oldukça başarılı olan güçlere yanaşmaya çalışıyor. Bu gelişmeler, büyük güçler arasında gittikçe kızışan rekabet ortamında, ülkeyi karanlık günlerin beklediğini düşündürüyor.