Nevra Ölçer / Anadolu ve Rumeli Medya
Avrupa Birliği tarım politikasını en iyi kim bilir?
Yani orada nasıl bir politika güdülüyor?
Bunu sadece Avrupa Birliği’ndeki bürokrat ve çiftçiler mi bilir, yoksa, diğer ülkelerdeki bürokrat ve çiftçiler de bilir mi?
Bilmesi gerekir bu son adı geçenlerin.
Yani Türk bürokratların.
Ve Türk çiftçilerin.
Bürokratların işi bu diye düşünüyorum. Yani diğer ülkelerde bu işler nasıl yapılıyor, incelemek, ve kendi politikalarını iyileştirmeye çalışmak işleyen modelleri örnek alarak. Çiftçilerin ise bilmesi şu açıdan önemli: Ne isteyebileceklerini bilmeliler. Ne talep edebileceklerini hayal edebilmeliler. Ve de ülkemizdeki meslek kuruluşları onlara yol göstermeli.
Her şey çok basit düşünülürse, sonuç da görüldüğü üzere kocaman bir hüsran oluyor.
Evet, bu kadar girişten sonra… Avrupa Birliği tarım politikalarına bir değinelim.
Avrupa Birliği’nde çiftçiler sübvanse ediliyorlar. Yani destekleniyorlar.
Üretim için gerekli her şey hükümetler sayesinde çiftçilere destek olarak geliyor, ve onlar üretimlerini sürdürüyorlar.
Oradaki çiftçilerin ürettiği, Avrupa Birliği ülkelerinin ihtiyacından çok olunca, o kişilere “üretme” denmiyor. Yani çiftçi var olabilmesini sağlayacak kadar üretiyor. Bu üretim destekleniyor. Sonra üretim fazlası ihraç ediliyor. Bu ihraç ürünlerini de bizim gibi ülkeler alıyorlar. Söz gelimi, bir tereyağı ülkemizde 10 liraya mal ediliyorsa, ithal tereyağı ise 8 lira ise, basit ve tek boyutlu düşünce şekli sonucu olarak, “aa, bak, ithal ettiğimiz zaman daha ucuza geliyor, o zaman burada biz üretimi durduralım” deniyor. Bu o kadar sık yapılıyor ki, artık bu sistemi uygulayanlar düşünme zahmetine bile girmiyorlar sanırım.
Aksine, her şeyi satıyorlar, çünkü para lazım. Ama tek boyutlu düşünülmeyip de, mesela, tereyağı 8 liraya ithal edileceğine, 10 liraya üretilseydi, o zaman ülkemizde tarım hala vardı. Çiftçiler ve aileleri yaşam şansına sahip olacaklardı, göç etmeyeceklerdi. İşsizlik bu boyuta gelemeyecekti. İthalat patlayıp ülke ekonomisini alt üst etmeyecekti, her şey satılmayacaktı. Anadolu boşalmayacaktı, herkes İstanbul’a akın etmeyecekti, halkımız sağlıklı şeyler yiyecekti ve o kadar hastahane kurulmasına lüzum kalmayacaktı. Ve hatta İstanbul bu kadar yapılaşmayla öldürülmeyecekti, ve tarihimizden bize miras kaldığı şekli ile eşsiz bir güzel olarak var olmaya devam edecekti. Yerel tohum yasaklanması şeklinde bir cümle ise, akla hayale bile gelmeye utanacaktı.
Gelelim yine şeker fabrikalarına.
Her şeyden geçtik, uluslararası firmaların üretmeye niyetlendikleri nişasta bazlı şeker ile halkın sağlığı doğrudan hedef alınıyor olacak.
Ama dediğim gibi daha buraya gelmeden, bu fabrikaların ülke için anlamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bunları tek boyutlu düşünüp satamayacağınız ortaya çıkar. Halkın her kesimini hükümet özellikle bu konuda nasıl oluyor da karşısına almaktan çekinmiyor, bu da ayrı bir konu.
Devlet Planlama Teşkilatı bu konuda ne diyor?
Tüccar zihniyeti ile, bir planlama olmadan, aniden ülkenin varlıklarını satamazsınız. Tekrar söylüyorum, Devlet Planlama Teşkilatı bu konunun neresinde?
“Satacağız, çünkü kar etmiyorlar”, dediğim gibi tek boyutlu düşünce şeklidir, ve de hakikaten kar etmedikleri iddiası da halka inandırıcı gelmemektedir.
Seçim yasalarına, mühürsüz oylara ve benzer bir alay garip ötesi kararlara ellerini kaldıranlar, yaptıkları işin sorumluluğunun ayırdında mıdırlar?
Bu ağır bir sorumluluktur, ve “sorumlu değiliz” şeklinde hissetmek, kişileri bunun sorumluluğundan affetmez.
Muhalefet de, söyledikleri ile değil, yaptıkları ile sorumluluk altındadır.
Gündeme gökten zembille inmiş gibi duran başka konuların getirilmesi, bu durumu unutturmaz.