Ali Sirmen / Cumhuriyet
22 Mart “Dünya Su Günü” ülkemizde fazla yankı yapmadan geçti.
Oysa su kıtlığının, ülkemizde, dünyada ve artık bütün sorunlarına kafadan daldığımız Ortadoğu’da vardığı boyut, son zamanlarda su konusunu en büyük sorunlar listesinin üst sıralarına yerleştirmiş durumda.
22 Mart günü bu sütunda Ahmet Davutoğlu konuk olduğundan konuyu biraz gecikmeyle bugün ele almaya çalışacağım.
Küresel ısınma, sanıldığının aksine, su sorununu yaratan tek etken değil, başka bir deyişle küresel ısınma olmasaydı bile dünyadaki nüfus artışı (2050’de 9 milyar olacağız) başlı başına su sorununu ağırlaştırmaya yeten bir etkendi. Ama bazı bölgelerinin 2040 yılından itibaren çölleşme tehlikesini de doğuracağı Türkiye için olduğu gibi, dünyanın birçok bölgesi için de küresel ısınma artık su sorununu ağırlaştıran etkenler arasında yer alıyor.
Su, hava gibi yaşamın kaynağı. O yüzden son zamanlarda ayırdına varılan su konusunda yeni egemen görüş suyun bir ihtiyaç değil, bir hak olduğudur. Su hak olunca, bütün insanların yaşamın bu onsuz olmazına engellenmeden ulaşabilmesi ve suyun kâr aracı bir meta olmaktan çıkarılabilmesi zorunlu oluyor.
***
Ortadoğu bölgesinin önemli su kaynaklarından sınır aşan su havzalarının üçünün menba ülkesi olduğundan ve GAP ile bunları değerlendirmeye başladığından bütün bölge ülkelerinin iştahlarının su kaynaklarına yönelmiş olduğu Türkiye, tüm ilgiye karşın sanıldığının aksine kişi başı 1513 m3 suya sahip olduğundan su zengini değil, su streslisi bir ülke. 2030’da ise 1400 m3 eşiğinin altına, 1100 m3’e düşerek su fakiri ülkeler arasına girecek.
Küresel ısınmanın etkisiyle kimi bölgelerimizde oluşacak çölleşmenin de etkisiyle 2030-2040 yıllarından başlayarak ulusal ve uluslararası devasa boyutta su sorunlarıyla karşı karşıya geleceğiz.
Bu durum, su konusunda içeride ve dışarıda sağlam, istikrarlı, kamunun istemlerini yanıtlamaya yönelik bir devlet su politikasının oluşturulmasını zorunlu kılmakta.
Su sorununun çözümünün yalnız fiziksel planda kalmayan, sosyo-ekonomik planı da kapsayan, sürdürülebilir, rasyonel ve adil, ortak kullanım kavramlarını da içeren bir biçimde ele alınması kaçınılmaz olmaktadır artık.
Bu da ancak su hizmetlerinin kâr öğesini önde tutan özel sektöre değil, kamuya bırakılması ile mümkün.
Zaten, su hizmetlerinin Asya’da yüzde 99, Afrika’da yüzde 97, Ortadoğu ve Güney Amerika’da, özel sektörün cenneti Kuzey Amerika’da yüzde 95’i kamunun elindedir.
Yalnız, son dönemlerde özellikle uluslararası şirketler bu alana büyük ilgi göstermeye başlamışlardır. “Su savaşları” dönemi ile suya çokulusluların el atması eşzamanlı olmuştur.
***
Doğal kaynaklarının yağmalanmasını ve tarımsal yapısının çökertilmesini, 50 yılda 3 Van Gölü kadar su kaynağının yitirilmesine bigâne kalacak kadar büyük bir vurdumduymazlıkla izleyen Türkiye’de 22 Mart 2018 Dünya Su Günü’nün en ilginç haberi, neydi dersiniz?
Hemen söyleyeyim: Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ) Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarası’nın komisyonda görüşülmesi.
Bu tasarının 6. ve 8. maddelerinde getirilen düzenlemeyle DSİ’nin gerek gördüğü hallerde bir veya birden çok havzada su kaynakları, su kullanım izni verilmek suretiyle özel veya tüzelkişi veya şirketlere verilebilecek, bu durumda suyun ücreti faturalama dönemi sözleşmeleri ile saptanacak, su faturaları zamanında ödenemediği takdirde şirketler suyu kullanan çiftçileri icraya verebilecek, iflaslarını da isteyebilecektir.
Tasarının görüşüldüğü komisyon toplantısının yapıldığı salonun önünde toplanan çiftçi temsilcileri hep birlikte haykırmışlar:
– Ne varsa sattınız, bari suyumuzu satmayın!
Şeker fabrikalarından sonra suyu da özelleştirmeye çalışan AKP bu feryada kulak verir mi dersiniz?